Salı, Mayıs 26

Evlilik Geyiği

...

Onlar evli. Düzenli bir hayatları var. (Ankara Bahçelievler'de. Veya İstanbul Şişli'de. Veya İzmir Alsancak'ta.)

Evlerinde eşyaları var. Ciks.

Duvarlarda düğün fotoğrafçısına mutlak itaatle çektirilmiş (hiç de anlayamam bu psikolojiyi, adam amuda kalkıp poz verin dese, verecekler) Habeş maymunu pozları, çeşit çeşit, çerçeve çerçeve. Bir tanesinde de mutlaka gözler kapanıp “orgazm” modu resmedilir, acaba fotoğrafçı ne diyordur hep merak ederim, “Evet gençler, şimdi olaya girmeden, doruğa çıkmış pozu vereceksiniz, kıs gözleri, aç ağzı, hah.”)

Facebook’a konmuş klasik düğün pozları.

İmza atılırken mutlaka bir shot vardır ve “bitti gitti dönüşü yok” vurguları yapılmıştır resim altına.

Fotoğraf altı sempatikleri de yalaka yorumlar yaparlar. Çeşit çeşit, ama hep aynı kız lafları. Anafikri “kafeslemişsin oğlanı, hayrını gör, tepe tepe kullan” olan.

Bir dangoz da, “Mutluluk Tabloları” falan diye albüm ismi yaparak gözümüze sokar “mutluluğunu”. Halbuki birinci sınıfta size yazmıştır (“şişko lan”, diye yüz vermemişsinizdir, şekilciyim evet, iğrencim) ikinci sınıfta bir arkadaşınıza; arkadaşınız aşık olmuştur, üç sene çocuğu nazla niyazla, yapmacıkla, türlü kompleksle süründürmüştür, sonra mezun olur olmaz “sınıf farkından” (arkadaşım senin benim gibidir, hatun zengin çocuğu) sepetlemiştir, kendinden 10 yaş büyük biriyle mantık evliliği yapacaktır, msn’de karşılaşmışsınızdır, muhabbeti o açmıştır, “ben mantık evliliği yapacam” diye, “nasıl biri” sorunuza da, “cömert, ağırbaşlı” veya “yakışıklı” gibi bir cevap beklerken siz, “sürat teknesi var” diye cevap vermiştir, budur “Mutluluk Tabloları”nı gözünüze sokan kişi, eşi diye yanında gezdirdiği, dünya şehirlerini gezip itina ile facebook denen teşhir ve insan manzaraları müzesinde albümlediği, kocacımmm falan dediği, babasından daha yaşlı görünen dallamaya ise değinmek bile istemem.

Oğuz Yılmaz, Ankaralı bilmemkim falan çalarlar bir de düğünlerde, türlü kepazelik. İçimizdeki, hep gizlediğimiz o seviyesizliğin, düzovalılığın, kasabalılığın dışavurumu. Misafirler eğlenirler, “oğlanla kız”ı maymun ederek, başrolde ise aslında acı çeken “gelinle damat” değil, bizzat kendileri vardır, misafirler ve ana babalar.

Hele bir de para muhabbeti yok mu. Çileden çıkaran. Pazarlık falan ederler. Bir daire, bir araba filan, çüş! Yok traktör. Öküz, inek falan, büyükbaş da ister misin? Acısını mı çıkarıyorsun lan bu yaşına kadar baktığının, hayvan!

Bizim burada bir laz adeti varmış, son anda dayarlarmış emrivakileri, mal isterük, mal isterük! Diyerekten. Bir düğünde çıkan kavgaya ben şahidim. Cumayeri çayırlığında oturuyoruz. Yolun karşısında düğün var, e ne güzel. Kız hayallerine kavuşuyor, oğlan suçlu hissetmeden mala vuracak. Ulan bir baktık, birden bir gürültü, şerefle temin ederim, birisi damadın kafasına beş-onla vurdu (iki metre uzunluğunda, beş santim eninde, on santim kalınlığında çatı kalası), damadın ailesi söve saya, arabalara atlayıp, gelini almadan kaçtı, gözü dönmüş kız tarafının, son dakika golüne, kız arabaya binerken ev/araba/öküz istemelerine teslim olmamışlar.

Her yerin bir geleneği var! Bir düzova memleketinde de, mehir adeti varmış. 17 milyar değer biçmişler kızlarına (2002 model Ford Focus rayici), oğlan tarafının içine oturmuş bu. Neyse evlenmişler, kız hamile falan (Oğlan kızı “bozunca” oğlan tarafının eline geçiyor bu mantıkta koz). Yenilgiyi hazmedemeyen oğlan tarafı, hamile kadını anasının evine koymuş, ya 17 milyar, ya alın kızınızı diye. Kız tarafı da inat etmiş, siktirin gidin diye, 17 milyarımızı vermeyiz! (çocuklu kadına bakmanın maliyetiyle, 17 milyarı karşılaştırıp, alternatif maliyet mantığı gütmüşlerdir)

Bir tane de dağ kasabasından. Bunu yapanlar da benim akrabalarmış (utanıyorum). Babamın halasının oğlu (benle yaşıt, çok delikanlı bir adamdır), bir akrabalarının kızlarını, zengin kızı diye özene bezene, kapı aşındıra aşındıra istiyorlar, kızın da gönlü varmış zaten bizim oğlana, eh aile de veriyor kızı, evleniyorlar falan, kız hastalanıyor gebe kalınca, meğer kız ciğerinden hastaymış! Oğlan da askerde, ne yapıyor bizim oğlan tarafı, kız tarafına dövüşmeye gidiyorlar, “hasta olduğunu söylemediniz!” diye. Çocuğu da olmayacak ya bir daha. Bencilliğin, hayvanlığın bu kadarı… Oğlan askerden döner dönmez, resti çekiyor iki tarafa da, “Yarın kollarımda öleceğini bilsem, benim karımdır!” diye. Geçen bayramda gördüm, oğlan yakışıklı, kız güzel, nasıl da yakışmışlar, oğlan, kadınların dedikoduculuğundan şikayetçi. Yüzü kırışmış yaşadıklarından, aklar düşmüş 25 yaşındaki şakaklarına.

...

Benim evim, arabam falan yok. Şimdilik bir işim de yok. Sizin bakışınıza göre “düzgün” bir adam olduğumu söyleyemem. Doğduğum, 25 yıldır bayram tatilleri dışında gitmediğim kasabada da “aksi” denirmiş adım geçince, “şimdiye üç çocuğu olmalıydı”…

Yok arkadaş, yapmacığa, gösterilere gelemem. Özgürlüğümü de kısıtlayamam.

En mazbutundan en kevaşesine, hayatımdan geçen tüm kadınlarda “evlilik” ideali ziyadesiyle vardı. (Boşanmış olanlar hariç. Bir tek onların evlilik fetişi yok, bir tek onlar özgür.)

Anadolu köylülüğünden, sonra şehirliliğinden, Müslümanlıktan geldiğimize göre, bizim de kafamızda bir “evlilik” kavramı vardır, eşelemek gerek. (belki aşk – sevgi – hayat kavramlarıyla bağlantılı)

Ama ben sevdiğim kadınla, hayatımı sunduğum, hayatımı çekinmeden feda edebileceğim kadınla, kira kontratı, motorlu taşıt satış mukavelesi, iş akdi gibi sözleşme imzalayacaksam, olmayan malıma mülküme dair, zaptetmeye çalıştığım anarşistliğim, mülkiyet düşmanlığım bir Deftones çığlığı gibi çıkar ortaya arkadaş! Ben ne üç kuruşun sözünü ederim, ne ettiririm, edenden de hazzetmem işte.

Ben evleneceksem, bu bir gösteriş şovuna dönüşmemeli. Oğlan için “abazanlığa veda” kız için “buldumcuk isterisi” olmamalı. Çünkü ne ben abazanım, ne de “alacağım” kız benimle hayatını paylaşmayla “buldumcuk” olsun isterim.

Birey olsun birey, içimizdeki Akdenizli maço sahiplenir zaten, uğruna ölmekten bahsediyorum, ama benden sahiplenme gösterileri, yapmacığı, yalakalığı beklemesin! Ben aldatırsam, “olgun bir suskunlukla” karşılamasın, “erimdir yapar” demesin, ne kimsenin eri olurum, ne komutanı.

Bazen kaçmak istiyorum insanlardan, onların bu gösteriş ve kibir dünyasından. Dedikodusundan, planlarından. Oyunlarından.

Evleneceğim (“kat”lanacağım değil, “ev”leneceğim – nefret ediyorum apartmanlardan), daha doğrusu, birlikte yaşlanacağım, birlikte öleceğim insan da, benimle “kaçmayı” göze alabilmeli.

“Paramızı” bir dilenciyle paylaşabilmeli.

Deli deli olabilmeli.

Allah’ın dağında, kekik kokulu bir çayırında, demli çay içerken, benim kadar keyif alabilmeli hayattan, sadelikten, güzellikten, kimselere gösterme ihtiyacı duymadan.

Ve uzak durmalı, tüm bu saçmalıkların, insan yapaylıklarının tuzaklarından; insana dair ne varsa sevebilmeli de.

Sevmeli beni, benim onu sevdiğim gibi.


(Facebook güzelleri, siz bakmayın canım, ben kıskandığımdan yazıyorum bunları.)

(Evlilik düşmanı gibi mi oldum? Olur mu canım. Neyin düşmanı olduğum gayet net, lakin iyi anlatamamış olabilirim... Tabi ki evlenmek isterim. Tabi ki isterim eve geldiğimde "babaaaa" diyerek kapıyı açan kızımı (kızım da olsun bu arada, Açelya adında, açelya gibi bir kız) kucaklayarak atayım günün yorgunluğunu. Tabi ki Trabzon'un köylerinde, Anadolu'nun köylerinde bir ömür, 70 sene evli ve mutlu yaşayıp, bir kez olsun kalp kırmamış olarak ölen dede-nineler gibi yaşamak isterim. Tabi isterim her kavgada, konudan bağımsız olarak bir tarafın alttan almasıyla, diğer tarafın utanması ve hemen barışılmasıyla, bu alttan alış ve utanmaların karşılıklı dengesinin ve sırasının şaşmamasının, hesabının da tutulmamasının sağlamlığına, doğallığa dayanan bir ilişkiyi. Tabi isterim ekmeğin dışını yiyen ama aslında içinden hoşlanan erkeğin ve içini yiyen ama aslında dışından hoşlanan kadının ilişkisindeki "karşımdaki kırılmasın" düşüncesiyle yıllardır durumun anlaşılamaması ve böyle devam etmesindeki inceliği yaşayabilmeyi. Tabi isterim çok değerli saati olan adamla çok değerli saçları olan kadının hikayesindeki mutlu gözyaşlarını, Noel'de hediye olarak değerli saatim için bir köstek alabilmek uğruna saçlarını kestirip kuaföre satan karıma, saatimi satarak değerli saçları için tarak takımı almış olmayı, ve böyle bir kadını, ve kendimi böyle tabi isterim. Tabi isterim stresin manyağa çevirdiği bu atmosferde yaşamaya mecbur olup, evimde, kendi dünyamda huzur solumayı, bir kadının sağladığı destekle mutsuz olmadan ayakta durmayı, durabilmeyi. Tabi isterim sabah uyandığımda güzel bir yüzü seyretmeyi (evet, köylüyüm, geriyim, bunun için evlenmem gerekiyor, diğer türlü sabah uyandığımda tek hissettiğim yanımda yatanı tekmeleme isteği, bu tarz yaşama ve kendime derin bir nefret, tiksinti ve pişmanlık duygusu) Tabi isterim kendim olmayı, kendimi tamamlamayı, kendim gibi biriyle kendim olmayı, kendim gibi olmayan biriyle onun kendisi olmayı, ikimizin de kendimiz gibi kalıp, kendimize değil birbirimize aşık olmamızı ... Evlilik düşmanı değilmişim değil mi? Ütopik palavracı, hayalperestmişim sadece)

...

3 yorum:

Ebru dedi ki...

Ah çok tuhaf şeydir evlilik:) 11.yılı devirmek üzere olan biri olarak söylüyorum. (3 de öncesi var)Evlilik ve evcilik arasındaki fark gözden kaçan yanı işin sanırım.Onca yıldır 1 kere hayatımıza müdahale etmedik birbirimizin.Sevgi bir arada tutmaya yetmiyor saygı ve emek. Olmazsa olmazı. Birbirni tapulu mal gibi görmeye başlayan çiftler mal kavgasıyla da ayrılıyor:) Ne kavgaya eden olacak malımız mülkümüz var ne de öyle bir bakış açımız.

Shere Khan dedi ki...

Ne güzel, ne mutlu. Ben de bunu anlatmaya çalıştım sanırım, ben de bunu haykırdım kendimce, ne istediğimi, ne istemediğimi fısıldamaya çalıştım hırçın, ama mahçup ve beceriksiz satırlarda.

Siz bunu demek yaşıyorsunuz.

Tebrikler size, can-ı gönülden.

Ve teşekkürler, renk kattığınız için.

Ne güzel, ne mutlu.

seyyarat dedi ki...

Para konusunda neler vardı sana hak vererek, ekleyerek söyleyeceğim. Söylemiyorum. Çünkü, 'şişko'ya takıldım. Deme öyle şeyler, çok ayıp.