Perşembe, Temmuz 30

"Sorgu"dan Vazgeçtim...

...

Yeni iş, yeni insanlar...

Ev buldum, eve yerleştim.

Bu şehrin yabancısı değilim.

Şu geçen hafta, yoğun bir dönem olarak geçti kayıtlarıma.

Yine alışmaya çalışıyorum.

Yeni başlangıçlara...

Tek kaybım, şu "Sorgu" denemesi oldu.

En azından ertelenmeli.

Bir idamlık bilgenin, kendisini işkenceyle sorgulayan bir grup zorbayı etkilemesi üzerinden, sonu katliam ve intihara giden, gölgelerin sürekli yer değiştirdiği, herkesin kendisini ve birbirini sorguladığı, psiko-felsefenin tavan yaptığı, toplum-hayat-yalnızlık-yalnızlaşma ve nihayet insan üzerine gayet ağır bir drama.

Bir dürüst komünisti sorgulayan 12 Mart - 12 Eylül polisi olabilir, yada bir dürüst dindarı sorgulayan 27 Mayıs - 28 Şubat askeri. Kişileri / mekanları / zamanları henüz tasarlamamıştım.

Her zaman olduğu gibi, iki kısacık sahne kafamda canlanıverdi ve herşey oradan türedi. Daha doğrusu, türese oradan türeyecekti, klavyemden geçerek.

Lakin geçen gece içimden bir "İntihar Mektubu" geldi, yazıya dökebildim, şimdilik onunla idare edelim!

Internet yokken o kadar çok şey birikiyor ki...

Tek bir cümle, görüntü, an, anı, kelimeden türeyen dev yığınlar.

Yazıya dökülmemiş.

Bugün ilk gün.

Bugünden itibaren yeniden kişisel erişimime kavuşuyorum, ve aklıma ne gelirse buraya döşeniyorum!

Bu arada 100. yazıyı çoktan geçmişiz. Sitedeki yazıları okuyan, eden herkese tekrar tekrar teşekkürlerimi, sevgilerimi sunuyorum. İyi ki varsınız!

İntihar Mektubu


...

Yazan mürekkebim gibi eksilmek isterdim azar azar. Oysa ben tükendim, bittim başlamadan.

Zaman olmak isterdim, an oldum.

Anı oldum gelecek olmadan.

Geleceğim olmadan.

Bir Selim Işık gibi hafızalara kazınacağımı sandım genç yüzümle.

Oysa ki tabutumda yaşlanıp unutulacağım.

"Ölüm" karşısında yaşamın anlamsızlığını gördüm, yaşamların anlamsızlığını.

Tattım umudun kayboluşunu, yetişemedim siz insanların koşuşturmacasına.

Hep bir yerlere geç kalma korkusuyla yaşayan insanlara durun demeye çalıştım.

Onlar hiç geç kalmadılar, ben her seferinde geç kaldım.

Bağırmak istedim "Herşey Yanlış!" diye.

Sesim kısıldı susmaktan.

Yoruldum.

Sizin bencilliğinizden ben utandım.

Gündüz dünyanın bir numaralı şirketindeki cakalı işimi çöpe attım, gece sokak çocuklarıyla yattım...

Size itaat etmeyi reddediyorum.

Tüketmeyi ve tüketim malzemesi olmayı, insanlığın yarısı mahkumken en temel haklarından.

Lanet dünyada tüm çağlar aynı anda yaşanırken.

Toprak kana boyanırken reddediyorum yaşamayı.

Sizin ölçülerinizle, sınırlarınızla, değerlerinizle ... riyakarlığınızla yaşamayı reddediyorum.

Sizin çalışma, emeklilik ve tüketim hesaplarınıza uygun bir uzunlukta yaşayıp ölmeyi reddediyorum.

Reddediyorum suyum sıkılıp bir köşeye atılmayı.

Ve yalnız bırakılmayı reddediyorum.

Reddediyorum binlerce yalancı gülüşün arasında mutsuz yaşamayı.

Mal biriktirmeyi reddediyorum ve ölsünler diye çocuk yetiştirmeyi.

Ya da benden kötü yaşasınlar diye.

Benden daha zengin, ama benden daha yoksun.

Ey kendim! Kaç zamandır neden yoksun?

Ve işte istediğini veriyorum.

İstediğinizi.

Yokum.

...

Pazar, Temmuz 19

Bir Arkadaş Daha Eksildim...


...

Önce "Şimdi Sen de Herkes Gibisin..." diye başlık atmayı düşündüm.

Seni hani o kutsallaştırdığım yerden alıp, biz sevişen, dokunan, yiyen, içen, sıçan insanların arasına indirecektim filan. Hani ben iki buçuk yıldır hem "hep peşinde" olup, hem başka kadınlarla yaşayıp, hem de senden "vazgeçemiyordum" ya. Hani aşıktım ya sana. Seviyordum falan ya.

Şeye getirecektim olayı. Hani biz güya bir çıkıp ayrıldık, -ben şehir değiştirdim- sonra bir daha bir çıkıp ayrıldık, olmadı filan. Hani yine de sen hep kalbimde "Gel!" dese hayatımı önüne serivereceğim bir konumdaydın ya.

Hani hiç dokunmamıştım ellerine. Dokundurmamıştın sen.

Meğer benimki sade bir gözükaralıkmış.

Meğer seninki pragmatizmmiş (annemle tanışman gibi).

Dokunursam biteceğini bilmenmiş.

Ve meğer senin de sapın olabiliyormuş lan.

Meğer sen de insanmışsın hakkaten.

Sonra "Tutku Kalmadı, Bi Biskrem Versem?" diye başlık atmayı düşündüm.

Bana hep dedikleri gibi, hiçbir şey hissetmemişim, yakınlaşma olmadıkça tutkuya dönüşmüş, kısırdöngüye girdikçe, sana verdiğim değere sen hep olmadık küçüklüklerle cevap verdikçe tutku hayalle birleşmiş, hayal kutsamayla.

Ne işin var senin oğlum senle işi olmayan zavallı bir frijit hatunla?

Atletik adamın astenik karıyla ne işi var?

Muhteşem resimler çizen kör ressamın gözleri açılıp dünyayı gördüğünde "Bu muydu lan?!" demesini anlatmıştım sana, beni ilk -hem de kıçıkırık bir mesajla!!!- "terkedişinde". Sana bunu yapacağımdan korktuğunu söylemiştim, ve sonra aldatılmaktan korktuğunu, onaylamıştın beni.

"Beni öldürmek mi istiyorsun?" diyecek kadar da ciddiye alıyordum seni, gönderdiğim paketi reddederken sen, peşimde üç güzel kadın vardı o zamanlar.

Bir süre beynim karıncalandı tabi, lakin geçen sene kışınki gibi olmadı, kendimi suya filan atmadım.

Facebook'taki profil resmini değiştirmişsin.

Yanında bizden yaşça büyük, kel, küpeli eciş bücüş bi adam var, resmin altında bir arkadaşının "canımmm çok yakışıyosunuuuuz" yorumu.

Sonra, bu iki başlıktan da vazgeçtim.

Sen bu yazıyı okuyamayacaksın, çünkü blogumu okumuyorsun, işine gelen yazı olursa face profilimden bakıyorsun ya hani.

Seni silmekten kendimi alamadım.

Çünkü geçen geceye kadar benimle buraya gelmemi ister, bunun için dua eder tarzda konuşmandan, işsiz olduğum aylar boyunca bana evlilik muhabbeti yapmış olmandan tiksindim.

Gizlikapaklılığından iğrendim.

Çünkü senin evine "erkek sinek bile giremezdi", sen yakınlaşmazdın filan, ben böyle reklamlara itibar etmesem de, sen böyleydin hani.

Sonunda doğru olanı yazmaya karar verdim.

Ben bugün "bir arkadaş daha eksildim."


Hepsi bu kadar.


"Selam.

Korkma, kötü şeyler okumayacaksın.

Öncelikle hayırlı olsun (!)

Lafı uzatmayacağım.

Bir zamanlar sana "senden tek bir şey rica etme hakkım olsaydı sigarayı bırakmanı isterdim" demiştim. Senin buna cevabın "bir şey isteme hakkın var ama bu sigara olmasın olur mu" olmuştu.

Şimdi hakkımı kullanıyor ve senden tek bir şey istiyorum.

Lütfen bana hiçbir şekilde mesaj, mail, telefon vs. hiçbir şekilde tek kelime duymak istemiyorum.

Evet, samsundayım (ekmeğimin peşinden geldim) eğer karşılaşırsak falan ki zannetmem, beni tanımadın hiç (ki bu zaten doğru sayılır)

Lütfen bu mesaja cevap vermeyerek başla.

Teşekkürler, hoşçakal.
"
...

Cuma, Temmuz 17

Ara... (Yine Yeni Yeniden)


...

Son birkaç hafta dört şehir arasında kaç seyahatim oldu sayamadım.

Evet, iş buldum.

Aynı sektör, detaylara -belki- sonra gireriz.

Üstelik, o pek bahsettiğim "eskiden Karadeniz'in İzmir'i denilirmiş" şehre dönüyorum!

Son birkaç ayın sabır eksenli durgun-depresif hayatı, sürprizlerini bir haftaya sığdırdı.

Dahası, geçen Bostancı'da ziyaret ettiğim bir "premium" dostumun tavsiyesiyle, daha önce cesaret edemediğim birşeyi de denemeye karar verdim.

Hayır, işle ilgili değil.

Gerçek bir sanatçı olan arkadaşım, sevdiği işi yapan, bu işle hayatını idame ettirebilen, insanlara ve kendine pek çok şey katan (oyuncu yetiştirmek, insanları hayallerine kavuşturmak, bir buçuk milyon çocuğa ulaşmak vs.) ... sahip olmakla övündüğüm, hani şu "insanı yukarı çeken" dostlardan.

Tüm geceye yayılan, "ben"i masaya yatırdığımız, benim hırslılığım, "karşı" bir adam oluşum, sürekli başarı açlığım, doyumsuzluğum, çabuk sıkılma tezcanlılığımda mutabakata vardığımız o muhabbetimizde, hayatta gerçekten sevdiğim şeyi yapmam adına, bir "içdöküm atölyesi" hayalinden (benim Soba Cafe'de yazdıklarımı -çok daha güzel bir şekilde- anlattı o, yazımı okumamış biri olarak), ve benim metin yazmam gerektiğinden konuştuk.

Evet, oyun yazabilirdim.

Oysa ben, hep korktum, bir kurgu denemesinden.

Benim aklıma hep sahneler gelir. Hep görüntüler hayal ederim.

Oysa bir hikayeci gibi kurgu yapabilir, karakter yaratabilir miyim, bilmiyorum.

Ben hep, bir fikrimi, bir duygumu, doğaçlama yazdım, anlattım, vesaire.

Ama demem o ki, evet, deneyeceğim.

Otobüste aklıma "Sorgu" adlı mükemmel bir oyun geldi, psiko-felsefe, gayet de ağır.

Depresif, ama hayati (önemli ve hayatla ilgili).

Yazıya dökebilir miyim, bilmiyorum.

Şimdi oteliydi, ev bulmasıydı, taşınmasıydı, işe alışmasıydı...

Sizden yine kısa bir ara istirham ediyorum.

Ve sonra sevdiğim işi -maalesef- boş zaman geçirgeci olarak yaptığım bu bloga, daha farklı tür yazılarla döneceğime söz veriyorum.

Eğer bu blog'da alelade bir üslupla yazan, herkesin söylediği şeyleri söyleyen birinin yazdığını düşünüyorsanız, lütfen bu yazıya yorum olarak belirtin.

Yok, okunabilir, farklı, ilgi uyandıran şeyler karalayabiliyorsam, dostuma dediğim gibi, deneyeceğim.

Sevgiyle kalın,

ShereKhan.

Resim : Üsküdar'da bir ev.

Cumartesi, Temmuz 11

Memlekete Amele de Lazım...


...

Küçük dayım Mevlüt'ün 1994 doğumlu oğlu Kemal, liseyi bıraktı. Şu an babasının yanında çalışıyor, Manavgat'ta, inşaatta, dayımın yevmiyesi 75, Kemal'in 50 lira.

Ailede dayımın "ettiklerini bulduğu" yorumları yapılıyor.

Zeki bir adam olan dayım, "haytalığından", dedemin onca çabalarına rağmen okumuyor, 17 yaşında evlenip, inşaat ustası oluyor.

Kemal'e elbette kızdım. 21. yy.dayız. Nice aile, beyin yerine yağ kütlesi taşıyan donuk bakışlı bön veletlerine garantili bir gelecek hazırlamak için dersanesidir, özel dersidir, ÖğSeSesidir KağPeSeSesidir yardırırken, bizim Kemal, skerim böyle aşkın ızdırabı deyip, en baştan isyanı basıyor.

Elbette bizim sıpanın derdi pipisinde ve ilkokuldan beri içtiği sigarayı özgürce içebilmekte. "Adam olsun" diye gönderildiği (büyük dayım öğretmen Osman'ın fedakarane gayret, çaba ve yardımları ile) imam hatipte de dedemin iddia ettiği gibi "yediği önünde yemediği arkasında" idi fakat o yaşlarda bunun pek anlam ifade etmediği malum, hocalar mocalar sıkıcı gelmiştir.

Kemal'in elbette herhangi bir bilinci yok. Sonradan kafasını taşlara vuracak mıdır, bilinmez. Babasına sormak lazım, kendi evini yapmış, arabasını almış, hedonist yaşayan, ama borç içinde yüzen kafa adam Mevlüt dayıma.

Ben en çok ehliyet dahi alamayacak oluşuna üzülüyorum. (Kampüs ortamını yaşamasını falan zaten geçtim.)

Memur olamayacak olmasına üzülüyor değilim, aksine, memur olabilecek olmasına üzülürdüm.

Lakin benim aklıma takılan, bizim şuursuz, cingöz, ve fakat ağzıaçıkayranbudalası dudaklı çapkın veledimizin bu kolaycılık davranışının, aslen herşeyi yalayıp yutmuş, skimsonik kapitalist yaşamın mental ve psikolojik sömürüsünden tiksinmiş, sorumluluktan bıkmış bir aydın anarşistin takınacağı kaçış tavrıyla örtüşmesi.

Doğaya dönüş geyikleri gibi, şehirli adam lindt çikolatası yemekten ve şehirli rafine zevklerden sıkılır, riyakarlıktan tiksinir, bir köye yerleşir, köylü Memetle kanka olur, tarladan kopardığı %100 doğal hıyarla cacık yapıp beraber kafa çekerler.

Benzer bir örtüşme, tamamen başka bir alanda dikkatimi çekti.

Bir VW bayiinde kibar satışçı amcayla muhabbet halindeyiz, aşırı kibar bir adam ama kişilik olarak da, oynamıyor yani, mevzu esnaf geyiklerine geldiğinde (esnaf geyiği alacağını alamama kaygısının geyiğidir), gayet ciddi mafyayı kastederek, "Bizim alacağımızı bırakmayacak insanlarımız da var ama hiçbir zaman yaptığım ticaretin onlara yansımasını ve o seviyeye düşmesini istemem," demişti. Anlatmaya çalıştığım, ticarette hakikaten böyle bir kesim vardır, borcuna sadık olmayan.

Alacaklısını kendine mecbur gören. Ödemezler. Kaçarlar. İlginci, alacağınızı istemenizi çok ayıp birşey ve açgözlülük olarak benimserler. Haklarıdır o borç onların, onların malıdır, sizin değil.

Misal bizim FMCG'de de vardır böyle bir güruh. Bakkal çakkal yada sineklibakkal denir, malı alır, ödemeyi inşallah ahirette alırsın. Pienci falan uğraşmaz bunlarla, zincir mağazalar ve taşaklı yereller dışındaki satış dağıtım işini taşeronlara delege eder, taşeronlar muhatap olur sinekle böcükle.

Esnaflığı bilenler, belki bu güruha şimdi Ayn Rand ağzıyla "yağmacı" dememe kızabilirler. Çünkü hakikaten ticaret vadeler üzerinden döner, borca alacağa alışacaksın. Lakin gelmek istediğim nokta, bu mal bulmuş mağribiler, barbarlar, kolaycılar, yağmacılar, aslında bu ticaret sistemine, zengini zengin yoksulu yoksul eden yapıya -bilinçsiz,içgüdüsel- itirazlarıyla, "senin olduğuna inanıyorsan, senindir" diyen, "possession"a karşı, "mülkiyet hırsızlıktır"cı bir entelektüel anarşistin olası eylemiyle örtüşüyorlar.

Demem o ki, en temeldeki, en geri, en baltagirmemiş psikolojiler, hissiyatlar, aslında bir yerde, hayatı yalayıp yutmuş bir dürüst bakışın hayal edebileceği cesur uygulamayı yansıtabiliyor. Büyük cesaret, büyük kolaycılıkla örtüşebiliyor. Büyük bilgelik, büyük cehaletle aynı paydada buluşabiliyor.

Kemal'e kızanlar, laf sokma kabilinden, "Boşver! Herkes okuyacak değil ya, memlekete amele de lazım!" diyedursunlar, Kemal belki de, kafasken kapitalist sosyolojiyi, çıkmazlarla örülü gündelik hayat döngüsünü, insanı tam manasıyla sömüren iş hayatını, yapaylıkları, yalanları, zorlama insan ilişkilerini, yıldıran sorumlulukları -en baştan- reddediyor, körpe, cahil içgüdüsüyle derin bir bilgelik ve cesaret sergiliyor, milyonlarca riyakarın isyan edemediğine isyan ediyor.

Bizim sistemimizde o şimdiden hayatı kaymış biri.

Ama beklendiği gibi hayatı kaymış bedbaht bir it mi olarak mı, yoksa kayık düzük de olsa, milyonların gerçekte sahip olamadığı bir hayata sahip bahtiyar bir birey olarak mı ölecek, bilinmez.

...

Cuma, Temmuz 10

Sana Borcum Olsun Ankara...


...

Hayatımdaki pek çok şey gibi, sana da önyargıyla yaklaştım önce.

Seni her tartışmada İstanbul ve İzmir'e mağlup ilan ettim.

Ama seni de o hayatımdaki pek çok şey gibi, çok sevdim.

İstanbul'u ve İzmir'i sevdiğim gibi belki.

...

Bunu dün çok daha iyi anladım.

Sana da alışmışım ben, İvedik'ten Yenimahalle'ye yürürken.

O dondurucu soğuklu sabah 6.30 kışlarını, küfür ederek, ağlayarak geçerken metro durağının oradan.

O günleri hatırladım.

Ve iğrenç yaz sıcağını.

Senin o nefret ettiğim askeri / devletlu havanı bile özlemişim.

Özlemişim bol küfürlü işe gidip gelmelerimi.

Sevildiğimi hatırladım, işe gittiğim o yoldan geçerken.

Batıkent'te koştuğumu, kenarda Samsun'daki deniz olmadan.

Bahçelievler'i hatırladım gülümseyerek.

Ve restoranlarını, barlarını.

Ve salaş Konur'u, Tunalı'yı, Karanfil'i, Tunus'u.

...

Büyük amcam nezih Gazi mahallende oturuyor.

Küçük amcam Şentepe'nin varoşunda.

Ostim metroyu hatırladım.

Güneşli kış sabahlarında karların eriyişini.

Ve yaz ikindilerini.

İstanbul yolunu, Eskişehir yolunu, Çayyolu'nu...

...

Hani bir sözüm var ya İstanbul'a.

Dönüp dolaşacağım iş nereye çekerse, bir gün çok güçlü* olana kadar.

Olursam da eğer hani, İstanbul'da yaşayacağım.

Yaşayabileceğim.

Ve bir gün yine dönmek nasip olursa buralara.

Birkaç yıl da sana borcum olsun lan, düzenli denizsiz hedonist bozkır bebesi!

...

Not: Ben geldiğimde dünyaca ünlü sırıtışlı adam belediye başkanı olmasın lütfen. Adam belediye başkanlığından gün doldurdu, emekli olacak.

* "Çok güçlü" olmak gibi bir derdim yok, İstanbul'da orta sınıf yaşayabilmek için çok güçlü olmayı gerektiren sisteme sövünüz.

Çarşamba, Temmuz 8

Safsalak Olmak İstiyorum...


...

İş hayatındaki ilk yönetici asistanım, erken evlenmiş, çocuklu, güzel bir bayandı. Aklımdaki tek şey, boyumdan büyük hayallerim ve iş olduğundan, sürekli odama gelip benim yazıcıdan (halbuki muhasebe ve planlamada da vardı yazıcı) çıktı almak istemesinden, "Ne güzel, çocuğuna soru hazırlıyor, aferin, iyi anne" den başka sonuç çıkarmıyordum.

Daha iyi bir iş buldu, ayrılırken de bana bir ton laf soktu, "Ay ablanı bi kurban etmedin şöyle çatır çatır, gençliğine yazık ayol, kurduğum fantezilerle kaldım, çok toysun aslanım çoook!" mealinde.

Bir başka -evli- arkadaşımın, hadi "kamuya açık" olduğunu hissediyordum falan ama, neredeyse benden başka herkesle al takke ver külah olduğunu öğrendikçe, kıskançlıkla karışık pişmanlıkla, "İyi ki muhabbeti baştan kardeş şeklinde kurmuşum," sevapkar rahatlığı arasında gidip geldim.

Biraz kaşarlandıktan -ve şaşkınlığı attıktan, gözlerim pisliğe alıştıktan- sonra, bir başka işyerinde, bir başka -evli- arkadaşın, bir diğer -evli- arkadaşla film çevirmesine göz yummayan bir yönetici olarak bana karşı kurdukları organizasyona, benden istediğini (!) bir türlü vermediğim bir başka -evli- arkadaşın da gönüllü yazılıp anında bana cephe aldığına şahit oldum.

Bu ve benzer süreçlerde, gurur duyduğum tek bir şey varsa, "keser döner sap döner" mantığıyla, hiçbir zaman evli kadınlarla işimin olmamış olmasıdır.

Kadın ahlaksızlığını, kadın açlığını, kadın tatminsizliğini, kadın gizlikapaklılığını keşfettikten sonra, ihanetleri, dünya iyisi kocaları alenen salak yerine koymaları gördükten sonra, en azından evli kadınlar karşısında saflığımı yitirmemeyi istiyorum.

Evli bir kadınla rahatça arkadaş olabilmek istiyorum. Kocasıyla olduğum gibi.

Safsalak olmak istiyorum.

İhaneti kanıksamayan. Gözardı etmeyen.

Evli kadınlar konusunda safsalak kalabilirsem, herhalde benzer safsalaklıkta biriyle de aynı frekansta buluşabilirim.

Çünkü bu anlattığım kadınlar gibi kadınları (bir de namuslu (!) geçinmezler mi!) kendime eş olarak yakıştıramıyorum. Yatakta bile.

...
P.S. Sadece kadınlara sataştığımı, cinsiyetçilik yaptığımı falan düşünmeyin. Bu yazının konusu evli kadınlar olduğu için. Yoksa erkek ergenlere, evli ve "skorer" erkeklere, övüne övüne yaptıkları "işi" bari düzgün yapamayan üniversiteli çıtırlara da söyleyecek lafımız çok. Tövbeli günahkar makamında da konuşmuyorum, bilen bilir, tövbeler de bozma ihtimali peşin alınarak edilir. Lakin, ortam öyle seviyesizleşmiş ki, bir nebze şeref sahibi insan ak kaşık kalır. İnsanın kalitesi esas olan. Melek gibi karısını aldatmayan erkek yok mu? Mesele aldatmak da değil. Hak etmek, layık olmak. Odun erkeklerle evlenmiş dünya iyisi -bedbaht- kadınlar da tanıdım ben. Ötesi, kadının çapkınına orospu, erkeğin orospusuna da çapkın denen bir memleketteyiz. Hele bekaret ikiyüzlülüğü -yüzsüzlüğü- var ki, şiddete tapınma korkaklığımızı yiğitlik addetmemiz gibi kronik bir hastalığımız. Velhasıl, eleştirecek şey çok. Etrafa değil, kendime bakmalı. Bakıyorum. Evet, safsalak olmak istiyorum.

Mallık Parayla Mı?


...

İlkokul beşinci sınıftayım.

Konuralp'ten Düzce'ye gelen bu çocuk, "Ay şu kasabalı çocuklar da hep beni bulur!" diye dertlenen Fatma öğretmenini, meslek hayatının en zeki çocuğu olarak utandırmıştır.

Okul dediğim, Düzce ilkokulları arasında son sıra için Azmimilli İlkokulu (azmimilli götü zilli diye tezahürat ederdik) ile rekabet halinde olan Fatih İlkokulu olduğundan (fatih ilkokulu, sınıfları bok kokulu diye tezahürat ederlerdi), herhalde alelade bir parıltı olan bu zeka, "deha" seviyesine denk gelmekteydi.

Velhasıl, kendi halinde bu çocuk, öğretmen ve öğrenciler arasında -hiç istemeden- popüler olur.

Sınıfın -belki de okulun- en güzel, en bakımlı ve en gözde kızı Fatma Sultan Can, bir gün tenefüste yanıma geldi.

İlginç; Melih, Cezmi, Metin yada Gökhan'la geyik çevirmiyor, sıramda oturmuş, öyle yalnız, TIR resmi çizmekle meşguldüm.

- Ne yapıyorsun Serkan?
- ...
- Resim mi çiziyorsun?
- Hıı.
- Ne resmi, bakayım?
- ...
- Ne güzel çizmişsin! Birşey istesem çizer misin?
- ?
- Kız resmi çizer misin?

Serkan'ın cevabı, sanırız, mallıkta sınır tanımayan bir evsaftadır:

- Ben hiç kız görmedim ki.

Güzeller güzeli Fatma'nın yüzündeki şaşkınlık ve kızgınlık hala hatırımda canlıdır.

O "Biz neyiz burda?!" diye fırça atışıyla kalemi elimden alışı, ve kitabıma kendi resmini -üstelik de gayet güzel bir şekilde- bastıra bastıra çizişi...

...

Bir başkası, aynı ilkokuldan ve mahalleden "arkadaşım", Özlem. Düzce'deki en önemli matbaalardan birinin sahibinin kızı, ve çok zeki bir kız, benden falan da uzun boylu.

Okuldan o yıl (1994) Anadolu Lisesi'ni (altın çağını yaşayan efsanevi Düzce Anadolu Lisesi'ni) iki kişi kazandı.

İkimiz kazandık.

Evde babam ve kardeşim Ersin'le oturmuş maç mı, film mi hatırlamıyorum, TV izliyoruz. Babamın çok sevdiği tuzlu fıstık ve Cola eşliğinde.

Birden kapı çaldı.

Gittim baktım.

Özlem.

Kapıyı açık vaziyette tutarak, tek kelime etmeden, içeriye döndüm.

Arkamdan annemin, "Arkadaşını buyur etsene oğlum, hoşgeldin kızım, nasılsın?" sesleri geldi.

Özlem'in babamın yanına geçip fıstık ve Cola eşliğinde bir süre bizimle TV izlediğini hatırlıyorum.

Tek kelime konuşmadık.

Ve Özlem gitti.

Özlem'le 1999 depremine kadar, 5 sene, aynı okulda, aynı mahallede beraberdik. Bana tek kelime ettiğini hatırlamam.

Nefreti o denli büyüktü ki, bir gün serviste bir tek benim yanımın boş olduğunu, Özlem'in oturmayı reddederek çantasını koyup ayakta gittiğini hatırlıyorum.

Ve depremle birlikte ben gittikten sonra -o sıra aynı mallık sürecini yaşayan- kardeşime arkamdan beni sormuş.

"Napçan abimi?" cevabıyla, herhalde, bizim ağbi-kardeş katıksız mal olduğumuza iyice kanaat getirmiştir.

Özetle, bu bünye, "Kızlardan nefret ediyorum!", "Aha la salağa bak, pipisi içine kaçmış!", "Kızları siktiret almayın oyuna!", "Hico lan, bi tek seni seviyom, erkek gibi kızsın, geç kaleye!" dönemlerinde, böyle öküzlükler yapmış bünyedir.

Yine de, o günlerde kalmak, Orta 2'de "bişeyleri" hiç keşfetmemiş olmak isterdim!

Zira o günden sonra, kah arkadaşının aşkına yazılmak, kah kız için kavga etmek, kah kız için arabesk dinlemek, kah kız tavlamak için olmadık hallere bürünmek, kah tavladığın kızı sepetlemek için tükürdüklerini yalamak, kah birkaçını birden idare etmek, kah abazanlıktan kırılmak, kah acemiliği attığın karıya bir türlü kıyamamak, kah çapkın olacam diye orospu olmak, kah van nayt sıtent sabahlarında kendinden tiksinmek, kah zavallı bir kadını kendine aşık edip bir buçuk sene kullanmak, kah vicdan azaplarından erektil disfonksiyon geçirmek, kah kaza tedirginliklerinden takvimlerde adet gözlemek, kah gidip senle işi olmayan iş arkadaşına köpek gibi aşık olmak, kah onu unutmak için başkalarının yoluna girmek, kah unutamamak, kah evlilik düşünmek, kah aşksız evlilik düşünememek...

Velhasıl, bir futbol topu kadar değeri olmayan kızlar, o gün gelip çattığında, "varlığın amacı"na dönüşüverince, tam anlamıyla mallığın bini bir para oluyor canlar, ben bunu anladım.

...
P.S. Benzer bir mallık için tıklayınız.