Cumartesi, Ocak 30

Bir Roman Yazsaydım İçinde Bu Olurdu (O Nedenle Yazmıyorum)


...

Hala etkisindeyim.

Yemekteyiz sanayide, Ertunç soruyor, noldu lan diye, yok bişey hacı diyorum. Unutamıyorum yarım saattir.

O farklıydı, sanki biri bişey dese utancından kaçıp gidecek, elindeki bozuklukları veriverecek. Özür dileyecek.

Halbuki diğerleri? İlgi çekmek için etkileyici bir şekilde sunum yapmalar, dini referanslara başvurmalar, rahatsız edici bakışlar, müşteriye yönelik taarruzlar.

O, ölmüş anama benzeyen teyzeden tek kelime çıkmıyordu. Diğerlerinden uzaktaydı. Öyle mahzundu ki, sağol oğlum derken sesi titriyordu.

O gün cuma çıkışını parsellemiş birbiri ile rekabet halinde olan kara çarşaflı profesyonel dilencilere beyaz başörtülü bir teyze eklenmişti.

O gün ruhuma çöken boğaz yutkunması daha da hiç görmediğim o teyze yüzündendi, bunu şu dini imanı para olmuş sikkafalıya nasıl anlatacaksın?

Yok bişey dedim Ertunç, hocanın söylediklerini düşünüyordum. Allah'tan hocanın cuma hutbesinde trafik haftasından bahsettiğini hatırlamadı, köftesini çiğnemeye devam etti.

...

Ustamı öldürmeli miyim?

Elleri kapkara, benim iflahım sikiliyor.

Güzel kızı var, o da anası gibi dombili baykuş olur mu büyüyünce? Eğer biryerlerime kan gidiyor olsaydı, kızının hayalini kurardım.

Soğuktan titreyerek çalışıyorum, açlıktan bayılacak gibi olunca, imdadıma simitçi Hasan yetişiyor.

Amına kodumunun oğlu, ver iki tane, iflahını ırzını sikeyim senin tipsiz Kürt, al götüne sok bir milyonu, hamama gidersin.

Gülüyor amcık.

Bazı sabahlar peynir bile oluyor simidin yanında, değmeyin keyfime. Ustam getiriyor.

Ben dükkanda yatıyorum.

Ustama acıyorum, eve gidiyor, karı dırdırı, Nilay (kızı) para ister, televizyon, çekirdek. Birkaç kez beni de götürmüştü. Ellerim, ayaklarım yağır gibiydi, yengeden fırça yemiştik. Bok gibi bir ev işte, çay içerken Samanyolu TV izliyorlar.

Ustamın siyaset konuştuğunu hiç duymadım, arasıra gelen birine "Kenan Paşa bizi anarşiden kurtardı," demişti. Kenan Paşa kim lan?

Bir keresinde bir yerde okumuştum, "Hava yeterince soğuk olursa, açlıktan titreyerek ölüşünü oğlunun ağlamadan seyredebilirsin ve onu gömerken kanıksarsın hayatın acımasızlığını intikam yeminleri etmeden."

Hava -10 derece bu gece.

Ben bu akşam sefil hayatımın ustamın suçu olduğuna kanaat getirmeye çalıştım, ama olmuyor. İyi adam lan aslında. Kurtarmak da istiyorum onu bu hayattan.

Bir gece arka mahallede beni sikmeye çalışan iki kişiyi bıçaklayıp hacamat ettiğimde bu adam kurtarmıştı beni polisten. Kimsesizdim İstanbul'da, melek yüzlü anam ölünce anasını sikeyim Sivas'ın deyip gelmiştim. Yedi yıl önceydi.

Bir zamanlar Diyet diye bir kitap aşırıp ustamın evinden, bir gecede okumuştum, en sonunda kolunu kesip atıyordu adam, borçlu olduğu ustasına.

Götümü kesmeye niyetim yok benim.

Ama şu on dokuzuncu yaş günümde sanayi karanlığında oturmuş, şu güzel adamı şu boktan hayattan kurtarmalı mıyım, onun derdindeyim.

...

Ertunç iyi çocuğa benziyor. Zaten bu işleri de tek başıma yürütemiyordum.

Oğlum dedim, ben patronluktan anlamam. Hulusi ustam sağolsun dokuz yılda ustalığı tüm orospuluğuyla öğretti bana.

Öyle patronluk taslayacak adam değilim ben. Al işte aynı soyadı taşıyorsun ustamla, gel şu işin başına geç. Ben çalışmaya devam edeyim.

Karnımız doymaya başladı, bizim usta biraz eski kafalıymış.

Ev kiraladım, mahallenin kızlarını düdüklüyorum, Nilay'ı da bir iki postadan sonra Ertunç'a kakaladık.

Simitten filan terfi ettik, artık adam gibi kahvaltı yapıyor, öğle yemeğinde kebap söylüyoruz.

Bugün Cuma. Dini gün. Cumaları hiç kaçırmam. Sabah ustanın mezarına gittik. Akşam da alacak toparlamaya göndereyim Ertunç'u, sıkıntı olursa ben çıkarım.

Ertunç hıyarına dedim, yemeği tükana söylemeyelim lan, yeni köfteci açılmış köşede, orda yiyelim.

Akşama Rus ayarlamışım ki, off. Hayat güzel lan. Para var huzur var amına koyim.

...

Perşembe, Ocak 28

"Ben" Kim Ulan?! Ben Kim!


Ne var üstünde? Hava soğuk, evin hamam gibidir şimdi. Niye? Üşürsün çünkü, üşürsün evet, acizsin. Hayvan üşümez, sen üşürsün, o nedenle giysilere ihtiyacın var.

Monttan içeri doğru git, hırka, kazak, atlet... Kimin? Senin. Beden kimin? Senin. Kafandaki yağ kütlesi kimin? Senin. 21 gram çektiğine inanılan spiritüel dalga kimin, senin. Bunların hepsine "benim!" diye cevap verdin de mi?

Peki, sen kimsin ulan!

Bak bakalım sağ eline. O el senin değil mi, kesinlikle senin. Bana bir hareket çekiyorsun şu an, görüyorum, o elin kontrolü sende, anladık. Peki tuttum bileğinden, vurdum satırı. Şimdi o el senin mi, NAH senin. Elsiz kaldın işte tarraam. Yetiştirdim acile, para da bok sende, el buldular, taktılar, 21. yüzyıldayız. Şimdi yeni takılan el senin, değil mi?

Demek ki o el senin ama sen o el değilsin.

Nesin lan sen?

Hayvan oğlu hayvan üşümüyor, zilyon tür var dünyada uyum sağlıyor, senin sikik türün dünyayı kendine uydurmuş, bir de birbirinin boynunu vuruyor! Medeniyet diye bir bok kurmuş, tarih yazıyor! Var mı lan eşi, benzeri?

Lakin bu "muhteşem" tür, hayvan ihtiyaçlarına, zaaflarına (hatta başta söylediğim gibi, fazlasıyla) tabi. Tanrısal falan değil öyle fizyolojik olarak.

Yine de, bir farkı olduğu kesin. Söyleyeyim mi?

Sen öleceğini bilerek -yine de- yaşayan tek türsün. Herhangi bir amaca hizmet etmeden -veya amaç yaratarak- yaşamayı irade edebilecek tek canlısın. Şartları kendine uydurabilen / kendi şartlarını yaratabilen tek yaşamsın.

Sorun şu ama, sen kimsin? Senin için bal yapmayı yaşam biçimi bellemiş arının, yumurta vermek için götü sikilen tavuğun, senin için o lezzetli canını teslim eden koyunun sendika temsilcisi misin? Temsilciysen kime karşı? İşveren kim ulan, işveren kim?

Ya sen kimsin? Kalp dediğin pompa, beyin dediğin yağ kütlesi. Et, kan, kemik. Elini kaldırmaya karar vermiyorsun sen, elini kaldırmayı istiyorsun, beyin emrediyor, sinyaller minyaller envai çeşit zıkkım oluyor, sinirler, hücreler, boklar püsürler, ve elin kalkıyor.

Pek çoğunda haberin bile olmadan, krebs çemberinden solunuma kadar.

Uykuyu, narkozu, ölümü ayırabiliyor musun? Zaman kaymaları yaşıyor musun? Hiç düşündün mü algı sınırlarını? Sayının sonsuzluğunu? Sanal gerçekliği?

Deli işi ben kimim diye sormak, niye benim ben, neden, ne zaman kabul ettim diye afallamak. Aynanın karşısına geçip canavarına merhaba demek, maymununu kurcalamak varken, deli işi bu zırvalar.

...

Perşembe, Ocak 21

Oh, yeaaah!...


...

Buyrun, okuyun.

Kafes'i, layiha'sı, şahikası yetmediyse burdan yakın.

Yada siktiredin canım.

Ne de olsa bizler şanlı ordumuzu yıpratmaya çalışan kökü dışarıda sorospu çocuklarıyız, bizim dediğimize bakılmaz, delili de kanıtı da olsa, mutlaka bir bokluk vardır.

Bizler şu sömürü ve beyin yıkama üzerine kurulu sistemin "kutsalları" ardında güç ve iktidarlarını korumak için herşeyi yapabilecek -en yumuşak ifadeyle- kötü insanların karşısında, halkın, yani kendimizin, geleceğimizin derdine düşmüş sıradan insanlar değiliz.

Olsa olsa onlar vatanperver ve de görevlerini yapan insanlar, ibne olan biziz, iğrenç gerçekleri görebildiğimiz için.

Zaten herşey şu kıçıkırık AKePe'nin başının altından çıkıyor. (Ne partiymiş arkadaş!)

Neden? Çünkü, öyle. Siktiredin.

Türgiye, laiglir, laig kalacak! Neden? Çünkü laiglig adam olmakdır.
...

Pazartesi, Ocak 18

Mimlendim

...

Enternasyonal'i keyifle okurken bir de ne göreyim? Sağolsun beni de mimlemiş, şimdi sorulara meşrebimce cevap vermem lazım.

(Onu da Zihni bey mimlemiş.)

Olay şu imiş ki,

* Mimi gönderen bloga link veriyorsunuz.
* Üç kişiyi mimliyorsunuz ve mimlediğiniz kişinin bloguna not bırakıyorsunuz. ('Ortaya bıraktım, isteyen alsın.' demiyorsunuz.) Ayrıca olabildiğince bu konuda mimlenmemiş blogları seçmek için özen gösteriyoruz.
* Mimlediğiniz blogların da linkini veriyorsunuz.

Sorular,

1) Dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda ne düşünüyorsunuz?
2)Seçim barajı kaldırılsın mı? Neden?
3)Adayların belirlenmesinde nasıl bir yöntem uygulansın?
4)Yargı bağımsızlığı sizin için ne anlam taşıyor?
5) (Beşinci soruyu siz belirlemek durumunda olsaydınız neyi öğrenmek isterdiniz?)


El-cevab'ül Shere Khan,

1. Ya kaldırılsın tabi hacı. Türkiye'de de bağımsız, adam gibi yargı var ya hani. Hiç ideolojik kararlar alınır mı canım Türkiye'de? "Ankara'da hakimler var," biliyorsunuz. Düzenin, rejimin, sistemin felan değil, halkımın hakimleri, milletimin savcıları. Kaldırılsın ki şu Arab-Kürd partisi daha fazla haram yiyemesin. Halkımızın en bir demograsi, en bir guguk devleti savunucusu partisi JeHePe'den (namı diğer Turkische National Sozialiste Bürokratenpartei) ve onun ordusundan-devletinden-bürokrasisinden bağımsız ultra-hiper-süper yargımız AKePe'yi kapatsın, dış mihrakların uzaydan iktidara getirdiği bu naaalet parti kapatılsın ki demukraaasi yaşasın. Zaten demukraaasiyi de askerler kurdu bu ülkede. Bacagaramızın namusunu onlara, onları da Göktengri'ye borçluyuz. Seçilmişe dokunulsun ama onlara zinhar dokunulmasın. (bkz. YOK YEAAA)

2. Seçim barajı neye hizmet ediyor? Hangi olay ertesinde, ne amaçla kuruldu? Bugünlere gelinen süreçte siyaseti hangi çıkmazlara soktu? Kaldırılsın kardeşim. (Ciddi cevap.)

3. Laiklik adam olmaktır, bir büyüğümüzün dediği gibi. Öncelikle "laik" olmalı bir aday, zira bir insandan değil, sistemden bahsediyoruz. Burası Türkiye. Sonra, çok hızlı esas duruşa geçebilmeli, çakı gibi selam durabilmeli. Eyyamcı ve yalaka olmalı. Çıkar gözetmeli, arka kollamalı, adam kayırmalı. Her işi kalıbına uydurmayı bilmeli. Hitabet, döneklik, şark kurnazlığı gibi özellikler de varısa dadından yinmez. İşte layık olduğumuz "sayın milletvekili" adayı.

4. Şimdi genel tepkimi yansıtan "devlet mümkünse bi siktirsin gitsin" şeklinde özetlenebilecek şanlı ideolojimden bağımsız, kötünün iyisi şeklinde cevap vereyim bu suale. Hocam yargı bağımsızlığı, insanın kendine yakışanı giymesidir. Siyaset denen şey, askere, yargıca, cami hocasına, öğretim üyesine yakışmaz, yakışmıyor. Resmi ideoloji kollamacılığı, devletçilik, faşistlik, geri kafalılık, eyyamcılık, postal yalayıcılığı, çıkar ve ayrıcalık bekçiliği vs. hiç yakışmıyor. Evrensel hukuk normları, hakkaniyet, vicdan, insan hakları ve adalet temelinde (hepimiz insanız lan!) ve tamamıyla siyasetten arındırılmış ve (veya değil) tamamıyla bağımsız bir yargı -bu arada çift başlı yargıdan da tiksiniyorum- olmalı. Ki bu da tüm kurumlarıyla demokratik hukuk devletine inkılab ile olur. Öncelikle bu adına "devlet" dediğimiz ucube çeteleşmeye, dolayısıyla yüz yıllık askeri vesayete bir son verilmelidir. Çıkarı olan çok vardır ya, medyasından, bürokratından, devlet destekli burjuvasına, o halde sesimizi kesip oturalım, hayal kurmayalım. Yargı bağımsız olsun, hökümet müdahale edemesin, o siyasete müdahale etsin ama, resmi ideolojinin kalesi olarak, bizzat şahsen kendisi. O siyaset saylanmaz çünkü. Kutsal bir görevdir o, emanettir. Zümre ayrıcalığının, efendilerimizin çıkarlarının bir sembolü olarak, tapınmalıyız o ideolojiye.

Enternasyonal'in şu cümlesini de alıntılamak lazım : "Siyaset çıkar/sınıf çatışmasıdır ve yoksulların/emekçilerin işçi sınıfının kendi çıkarlarını dayatabilmesi için örgütlenmesi gerekmektedir."

5. Benim sorum, yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan, olacak. Zira Zihni bey'in sorusuyla büyük benzerlik taşıyor. Parametreler yeterli mi sizce bu soruda, bir kere insandan bahsediyoruz. Zengin, fakir diye nereye kadar genelleyebiliriz ki? İnsan bu, adadaki herkes birbirini öldürebilir. Beraber bir medeniyet de kurabilirler.

(Zihni bey'in sorusu:
Günümüzde en zengin olanların en akıllılarıyla, en yoksulların en akıllılarından beşer kişiyi bir adaya bıraksalar, herkese eşit koşullarda araç gereç sağlasalar. 10 yılda hangi gurubun gelir durumu daha yüksek olurdu? (akıl yürütmek) )

Ve Zihni bey'in ek sorusu:
Bir toplum kapitalist sınıfsız mı asla yaşayamazdı,
Emekçi sınıfsız mı asla yaşayamazdı..?


El-cevap:
Bu soru yanlış, çünkü imtiyazsız sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz!

***

Eveeet, öncelikle Enternasyonal'e çok teşekkür ederim.

Sıra geldi mimlemeye:

Suat abi
Taylan
Hasan Rua

Hadi bakalım :)

...

"Beter Olsunlar Canım, Azmıştılar, Müstehak!... Haksız mıyım?" - HAKSIZSIN ULAN!

...

Kısa keseceğim.

Din ve siyasetle ilgili duruşumu daha evvel şöyle özetlemiştim.

Ne var ki, bir müslüman olarak, -islamdan değil- müslümanlardan utandığım kadar da kimseden utanmıyorum, vesselam.

Kandan yazmasaydı haberim olmayacaktı, çok da güzel olacağıdı.

Lakin, gene damarıma basıldı işte, çok geç.

Efendim, Nuh Gönültaş nam bir müsvedde, Haiti'deki depremle ilgili herzelemiş. Neler zırvaladığı/kıvırdığı beni çok ırgalamıyor. Lafı bu yazının başlığındaki boka getirmiş.

Yo yo, sövmeyeceğim.

Sadece kısa birşey anlatacağım.

1999 depreminin hayatını değiştirdiği bir çocuktum. Mecburen Düzce'den "kaçmış", hasbelkader bir arsa sahibi bulunduğumuz Konya'ya yerleşmiştik, deprem açısından 'güvenli' idi o memleket.

Babam ve diğerleri dönmüş, ben mal gibi kalmıştım. Hepimizin psikolojisi allak bullaktı, yakınlarımız, sevdiklerimiz, çoluk-çocuk yataklarından kalkamadan ölmüştü.

Betonların arasından sızan kanı gördüm ulan! Konuşturmayın beni. Hepimiz yaşadık işte.

Hala deprem lafını duysam irkilirim.

Neyse, Konya denen şehirde mecburen geçiş yaptığım BOKTAN bir Anadolu Lisesi'nde beden dersi, önceki gün okulla beraber deprem bölgesine yardıma gitmişiz, ben de götürülmüştüm "bölgeyi bilen" öğrenci olarak.

Ağa köyü'nün çamuru vardı spor ayakkabılarımda, başka da ayakkabım yoktu.

Orospu çocuğu beden öğretmeni, "Ne ulan o çamurlu ayakkabıyla spor salonuna giriyorsun?!" diye hönkürerek şu garip yabancıyı "baştan" ezmek istedi.

Gereksiz de olsa, "Düzce'nin çamuru, şeref duy ulan!" diye cevabını aldı.

Ve beni bi köşeye çekerek şu efsane cümleleri kurdu: "Oğlum sınıfın içinde bana niye dikleniyorsun? Buranın toprağı şerefsiz mi, hepsi vatan toprağı. Hem ORANIN İNSANLARI KÖTÜYMÜŞ ALLAH CEZA VERMİŞ İŞTE niye sinir yapıyorsun? Paraya falan ihtiyacın var mı?"

...

Bir tane daha anlatayım mı?

Bir orospu çocuğu fizik öğretmeni de, sırf dışardan geleni ezmek için, sınıfta, derste, kulağıma kadar eğilip, hiçbir sebep yokken, "BENİM DEPREMİM DAHA ŞİDDETLİDİR." diye cümle kurmuş, gözlerimin belerip, sağ elimi yumruk yaptığımı gören -bir başka Düzce'den gelme- Muhammet'in bileğimi tutmasıyla bir faciadan dönülmüştü.

Sonuç ne, biliyor musunuz?

Ailem, babam Düzce'deki işinden emekli olur olmaz (2009) -deprem korkusundan- Konya'daki o arsaya yaptıkları eve yerleşti.

Ve ben hala, o iki orospu çocuğu gibilerinin yüzünden, gereksiz yere, geri dönülemez şekilde, O ŞEHİRDEN NEFRET EDİYORUM!

Şimdi, bu Nuh Gönültaş mıdır nedir, o organizmanın yazısını okuyan herhangi bir tarafsız insan, kullanılan müslüman jargonunu islam'a atfedip, yazıdaki genellemeci, indirgemeci vicdansızlığın suçunu islam'a yüklemez ve ondan nefret etmez mi?

...

Pazar, Ocak 17

Eğme Başını, Sen Eğme

Eziklik demişsin Hasanım, "Eziklik," demişsin pek çoğumuzun yaşadığını kendi adına tanımlarken.

Ama senden benden başka biri bu yazıyı okuyacak olabilir, seni tanımak adına, önce özlenen saflığını anlamaya çalışmalı senin.

Yada ben sana başka bir eziklik hikayesi anlatayım istersen, seninki pride and glory kalsın.

Maça iyi başlayan bir çocukluğun ezikliği benimki. Zehir gibi dedikleri adam olacak çocuğun ezikliği, ailemizin, mahallemizin öğretmeni Süheyla teyzenin yıllarca yüzüne bakamamanın ezikliği, onun beni her görüşünde yücelttiği, layık gördüğü adam olamamanın ezikliği. İlkokulda İngilizce öğrenen, bilgisayar programlayan, mühendislik formülleri ezberleyen bir veledin pisliğin teki olduğunda "Sisteminize sokayım!" diye isyanları oynamasının, suçu hayata, depreme, çokça kendine atmasının ezikliği.

Sevdiği çocukluğundan, güzel ilçesinden bir depremle koparılmanın ezikliği. Arkadaşlarıyla mutlu mesut takılan bir nerd'ten, birden isyankar bir serseriye inkılab etmenin ezikliği. Ortaokulun gözbebeğiyken, lisede serserilikten okuldan atılma tehlikesinin; ailedeki herkesin gururuyken, ailedeki herkesi karşısına almanın, ailedeki herkesten tekme yemenin ezikliği. Düşmenin ezikliği.

Ve ÖSS'den 20 dakika erken çıkmanın ezikliği. Sadece deprem öncesinde, ilçesinde gördüğü soruları çözebilmenin ezikliği. Yaptığı puanla dandirik İşletme'ye gidebilmenin ezikliği. İstanbul'da değil İzmir'de okumanın ezikliği. Evropa'ya, yuesey'e gidememenin ezikliği, först sertifikeyt alamamanın ezikliği.

Askerde komutana diklenmenin, yüzeysel sikkafalı milliyetçiliğini bırakıp anarşist olmanın, asi olmanın, dik olmanın, ayrıkotu olmanın ezikliği. Herkes gibiyken herkesten farklı olmanın ezikliği.

Boktan bir atölyede işçilerin çektiği çileyi izlemenin ezikliği. Patrona küfredip duvar tekmelemenin ezikliği. Patrondan para isteyip 20 TL almanın ezikliği. O 20 TL ile ekmek değil bira alıp içmenin ezikliği. Yalnızlığın ezikliği.

Patrondan, atölyeden kurtulup kurumsal yere kapak atmaya sevinmenin ezikliği. Mağaza müdür yardımcısı ezikliği. İki seneye yakın gecegündüzhaftasonubayramyılbaşı sürünmenin ezikliği. Çareyi alkolde bulmanın ezikliği. İki üç orospuyla iki üç dal sigara yüzünden haksız yere işten kovulmanın ezikliği.

İşsizliğin, umutsuzluğun ezikliği. İşe yaramazlığın, parasızlığın ezikliği.

Distribütör bordrolu olmanın ezikliği. Aynı işi yaptığın insanların yanında ikinci sınıf insan muamelesi görmenin ezikliği. Yine iş aramak zorunda olmanın ezikliği. Yalnızlığın ezikliği. Kiracılığın ezikliği. Evsizliğin ezikliği. Memleketsizliğin ezikliği.

Yine iş bulduğuna sevinmenin ezikliği.

Sonu neye varıyor biliyor musun?

Sahip olduklarına, ezik olduğunun farkındalığına şükretmenin, insan olduğunu bilmenin ezikliği.

Hayatta bu kelimeyi hak eden yegane insan tipinin, ezikliğinin farkında olmayan kibir abideleri olduğunu bilmenin güzelliği.

...

Elveda Samsun


Evet, yine iş değiştirdim.
3.5 yılda kevgire dönen özgeçmişimde Samsun iki kez yer alarak, biargadaşın "81 tane il var gidip gidip Samsun'da iş buluyon amk" taşşağına konu olmuş, bununla iftihar ettiğinden şüphe etmediğim güzide bir şehirdir.
Buradan Tokat-Sivas-Amasya bölgesine geçiyorum, deterjan satmaya devam, mal iyi mal, vurdur Mürsel.
(Geyiğe vurduğuma bakma, özleyecem seni be İbrahim abi.)
İstanbul'dan öte köy yok, elbet sonumuz cehennem ama, şu boynu bükük taşralarda da ne güzel insan tanıdım bi bilseniz, yağmuruyla, deniziyle.
...

Öğretmenler! Yeni Embesil Sizlerin Eseri Olacaktır.


Yok yea, öyle yazı felan döktürmeyeceğim. Uzun uzadıya yazacak bişey yok.

Neresi doğru ki zaten şurada geçirtilen çocukluğumuzun, cumhuriyet tarihimizin, nesini yazacağım eğitimin de, haksızlığından geleceğimizin çalındığından başlatacaksınız, kızıp sövmeye gerek yok.

Bir şekilde yol bulunur, dünya/hayat bu, her fırsatta devlete/millete/kendine söv, nereye kadar. Nereye kadar militarizminin de, emperyalizminin de, bürokratizminin de, kapitalizminin de amına koyacağız.

Banane anasını satayım. Mühendis de oluvermeyeyim. Birşeyler yaratmanın, keşfetmenin, tasarlamanın tadını unutayım. "Para"ma bakayım, alırım satarım, vur mala oğlum Serkan, mal iyi mal, mal bizim.

Boşa giden çıldırtıcı ölçekte beyin enerjisinin, potansiyelin de gelmişine geçmişine sokayım. Bireysel yada kümülatif.

Çok daha boktan ülkelerden birinde yaşamadığıma, bir şekilde kendimi kurtardığıma / kurtaracağıma, yabancı dil bildiğime vs. şükredeyim.

Eğitimden iş hayatına, şu ülkenin en yerebatmışlığını, gençlerin 4te 3ünün umudunu KPSS denen rezilliğe bağlamasında, yatış vede garantili iş/gelecek aranmasında ve kahredici, lanet edici, diz çökertici işsizlikte bulayım, buldurayım.

Ki o gençler iş dünyasında biraraya geldiklerinde de kurumsallığı, sonuç odaklılığı, takım çalışmasını, adaleti, verimliliği itin götüne sokabiliyorlar, eski kuşak ağabeylerden örnek alaraktan; hani sokmazlarsa kendileri oluyor sokulan, o bakımdan.

Siktiredin canım, gittiğiniz yerde düzen neyse, siz ayrık otu olmayıverin.

Ben hep göze battım ama bakın "CV"im delik deşik, 3,5 senedir çalışıyorum ve önümüzdeki ay DÖRDÜNCÜ işime geçiyorum. İnşallah şu Alaman şirketinden emekli olmak istiyorum ben de artık.

Eğitim meğitim diyorduk de mi, hani şu memur zihniyetli "hocalar"ın örgetmenlik yapıp mesai doldurduğu, dayağın, otoritenin, yetersizliğin, yutkunmaların, siyasetin, eyyamın, ezberin, ideolojinin, militarizmin, tekdüzeliğin hüküm sürdüğü "milli eğitim."

Bi de şu birkaç taşaklı okuldan biri olan Sabancı Üniversitesi'nde başarılı öğrencilerle bir sohbetinde "Derdiniz ne oğlum hep yabancı şirketler/ülkeler için çılgın atıyorsunuz, Türkiye'de kalın!" diyen Halil Berktay'ın "İnsan gibi kıymet görmek ve kendimizi geliştirmek istiyoruz," cevabını alması var misal, bi dakka lan, Sabancı Üniversitesi şer yatağı, Halil Berktay da vatan haini değil miydi?

Oeehh.

...
Başlığa vede resme bakınca tikilerlen taşşak geçeceğimi sandıydınız he mi? Yok be yaa, onlarla ilgili birkaç saniye mesai harcatsam abaküse bir cümlelik şu sonuç çıkardı herhal. Ötesi yok.

BİTİRMEDEN, eh, hazır eğitim geyiğine sarmışken şu şarkıyı da bi anmış olalım, sevabı vardır.

Cuma, Ocak 15

Heyula


Nedir dedim, ihtiyacın olan bir boku aldığında, sana %18'ini, %8'ini, %bilmemkaçını haraç kesebilen;

Nedir dedim alnının teriyle kazandığının 3'te birinden, uğruna feragat ettiğin.

Hayatının altı ayını, bir yılını veya, yahut on beş ayını okuyamamışsan, emir altında, silah (!) altında sana geçirten.

Kimdir gencecik çocukları gencecik çocuklara vurdurtan, sen O'na can güvenliğini emanet etmişken.

Kimdir götüren zilyon dolarları?

Kimdir dedim, haksızlıkların babası kim...

Daha çok konuşurdum, kendi gemisini vuran uçağından, kendi toprağını bombalayarak dünyanın ilk kadın savaş pilotu olan ulusal kahramanına, kendi tatbikatında yahut kendi iç savaşında vuran kendi askerini, yaftalayıp dini bir kavram maskesi altında kullanırken vatandaşın dinini, aşağılarken bir yandan, dışlarken; ne giyeceğini belirleyip aklınca, yahut ne düşüneceğini, kim olduğunu ezberletirken boktan okullarda, ve sırtından eksik etmezken eskiden jandarma dipçiğini, şimdi modern polis copunu; kim kendini memleketin ve insanların sahibi sanan, kim eyyamcı gençlerin kapak atmaya çırpındığı, kim bu yozlaşmış, yozlaştıran çete, kim, aynı silahla bir genci diğerine vurdurtan, ve olgunlaştıran şartları, yabancı ajanları karşılayıp en vatansever gururla The Marmara'da ağırlayan, işçileri vursunlar diye, kim, kim hepimizi bu düzenin maymunu yapan, en milliyetçi, en mukaddes, en bir kutsal duygularla paranın ve gücün kölesi, kim alayımızı bencil yapan, ve vurdumduymaz, kim... (bkz. daha gider bu)

Bunların hiçbirini ona söylemedim, en iyi okullarda okumuş parlağın parlağı bir çocuktu, bir amarigan şirketinin zirveleri, yıllar sonrasını onun için hazırlıyor, boşaltıyor olmalıydı.

Sadece, "bak gene başladı anarşistliğe, nedir bu anarşizm abi, komünizm gibi bişey mi?" diye sordu, "yok," dedim, "bu biraz farklı, anarşizm demek, devletin anasını avradını sikeyim demek," dedim.

E o zaman herkes anarşist abi, dedi, yok dedim, bu biraz farklı.

...

Perşembe, Ocak 14

Ne Beyni Ulan

Dejavu, (Fransızca; déjà (daha önceden) ve voir (görmek), daha önceden görülmüş) yaşanılan bir olayı daha önceden yaşamışlık veya görülen bir yeri daha önceden görmüş olma duygusudur. Ânı daha önceden yaşamışlık halidir.

Nedenleri

Beynin, yorgunluk veya başka sebeplerden dolayı bir görüntü, ses, vb. herhangi bir girdiyi, giriş anı sırasında algılayamamasından kaynaklanabilir. Beyin bu girdiyi algıladığında kişi bu olayı daha önce yaşadığı hissine kapılabilir.

Ayrıca, beynin sağ lobu ile sol lobunun milisaniyeden daha küçük bir zaman farkı ile çalışmasından da kaynaklanabilir. Bir taraf diğer taraftan önce algıladığı için, geç algılayan taraf bu olayın daha önce yaşanmış olduğu yanılsamasına kapılır. Bu durum sinir aksonlarındaki küçük bir sapmadan kaynaklanır. Yoğun miktarda alkol alımının ertesi sabahı (akşamdan kalma iken) gerçekleşme ihtimali yüksektir.

Araştırmalara göre insanların %50 den fazlası hayatlarında en az bir kere dejavu durumunu yaşamıştır. İnsanların çoğu bir süre sonra, en son ne zaman dejavu yaşadığını unutur.

Ancak bazı kişilerde bu olaylar onlara çok sıra dışı olduğundan dolayı yaşadıkları dejavuları unutmayabilirler.

Böyle diyor bilim.

Bi kere yorgun falan değilim. Algı özürlü hiç değilim. Alkol ve diğerleri alımına aylar önce son (ara değil inşallah, son) verdim.

Hayatımda en az bir kere falan da değil bi kere.

Muntazaman dejavu denen şeyi yaşıyorum, rüya sıkıntısı da çekmem. EQ manyağı olabilirim.

Geçen yaşadığıma kadar, şu "insanın zaman algısı temelli, yaşam algısını veri alan pozitivist açıklama"yı "beynin asıl derinliğine hakaret" olarak algılamazdım.

Arkadaşım, hayatımda daha önce hiç Nazif'in evine gitmedim. Karısı Işıl'ı görmedim.

Geçen Pazartesi akşam epey oturduk, muhabbet güzeldi. Ve bir onbeş saniye, evet tam onbeş saniye, deli manyak bir dejavu yaşadım. Daha önce hiç görmediğim o evi, o Işıl hanımı, daha önce görmüş, konuştuğumuz cümlelere, oturduğumuz mutfak masasına, oturuşlarımıza kadar o onbeş saniyeyi tüm detayıyla daha önce seyretmiştim! Emindim bundan, rüya veya hayal, seyretmiştim!

Ya bugünkü... Samsun'dan 3.5 yıl önceki geçişimde tanıdığım İbrahim abiyi, o zamanlar tanımadığım ve İbrahim abinin de henüz tanımadığı Erkan abiyi, kimsenin hayalinde dahi olmayan Siber Otomotiv'i ve içeride birlikte konuştuğumuz konuyu gördüğüm sahneyi, o an "bu adam kim lan, burası neresi" diye düşündüğümü hatırlıyorum. Ve işte bugün, Samsun'daki işimden ayrılıp, Ankara'da iki yıl Migros'ta takılıp, beş ay işsizlikten sonra bir yaz Samsun'a dönüyorum, bu arada İbrahim abi de birlikte çalıştığımız işten ayrılıyor, Aviva'da falan takılıyor, sonra bir hırdavatçıya müdür oluyor, oradan Erkan abiyle tanışıyor, onunla iş kuruyorlar, ve biz bugün her zamanki gibi dükkanda buluşup geyik çeviriyoruz, benim 3.5 yıl önce seyrettiğim sahnedeki konuyu konuşup aynen yaşarken tek bir şey düşünüyorum : ben bunu izledim!

Zaman boyutuna esir, bir yanılsamanın içinde gittiğimizi, ilerlediğimizi zannediyoruz ya, ulan işte çizginin dışına çıkıyoruz bazen, geleceği görüyoruz basbayağı, bunu nasıl o anki algıya bağlayabilirsin, beyne bağlayabilirsin, o bir melemenlik domates ağırlığındaki yağ parçasının içindeki keşfedilememiş mucizelere hakaret etmeden?!

Evet, sapıttım ben. Net.

...

Be Cool, Dog


"Çok değiştin ama sen, kendine haksızlık etme. Farkında değil misin?" demesiyle uyandım, beni öncesiyle sonrasıyla iyi tanıyan bir 66'lı arkadaşımın.

Evet, biraz daha "olmuşum", çok daha iyi iletişim kurma anlamında falan, potansiyeli görmüş olmakla beraber, belli noktalarda beklentilerini dahi aşmış (!) bulunduğumdan, beni o zaman underestimate etmiş olduğunu kabul etti.

3,5 sene önceki Serkan'ı, ki o da benim, savunma refleksiyle atıldım üstüne. Neyim vardı ki? Hepi topu her günü isyanla geçen bir askerliğin sonrasında iş hayatına atılmış (!) patronun her haksızlığına / öküzlüğüne kızışımda feryat küfür duvar tekmeliyordum. O zamanlar, kendi gençliğini hatırlayıp gülüyormuş meğer.

Evet, o daha da betermiş. Superior'unu malulen emekli etmişliği var, soba demiriyle.

Haksızlığa isyan ve deli cesaretinin, elbet olumlanacak yönleri var. Ama bunun yolunu yordamını, yontulmuşunu yontulmamışını insana zaman öğretiyor. Farkına varıyorum.

Ben 6 ay Cipram'la uyuşturdum kendimi 3 yıl önceydi, sonra düşe kalka, ince ayarlara kadar gelinmiş görünüyor, daha da epey yol var.

O iki yıl tedavi görmüş.

Ben hala normal olanın biz olduğumuzu düşünüyorum, çünkü insanın çiğliğine, şerefsizliğine, haksızlığına insan nasıl çıldırmaz, nasıl başkaldırmaz anlamıyorum.

Ve içinde isyanını tutup aklını efektif kullanan, duygusunu da kalbinde hakkıyla taşıyan bir olgun insan olma yolunda, gençliğin ve onurun insanı bu yollardan geçirdiğini zannediyorum.

Şimdi ne jantiyim bir görseniz, hoşgeldiniz beyefendiyim, abiyim, kardeşim, jjjentilmenim en j'lisinden.

But if you ever try to fuck me up, bu atölyeyi başınıza yıkarım allahıma.

...

Cuma, Ocak 8

Taraf, Sevan Nişanyan, Kelimebaz

Kelimebaz’a ne oldu?

Taraf’taki konumum ilk günden beri eğretiydi. Sanki “kerhen” yazmama izin verildi. Sevan Nişanyan kamuoyunda “tepki toplayan” bir isim, “aman gazeteye bir zarar vermesin” tavrı ısrarla hissettirildi. Bir-iki kez hatırlattığım halde yazarlar künyesine adım yazılmadı. Gazetenin ilk sayfasındaki vinyetlerde de adım bir kez olsun anılmadı. Ahmet Altan “gerek görmemiş”.

14 ay boyunca önceleri her gün, sonra haftada altı gün yazı yazdım. Aynı bayat lafları dön dolaş tekrar etmek yerine, özgün araştırma ve düşünme gerektiren yazılar yazmaya çalıştım. Bunun için bir kuruş para almadım. “İleride ödenecek” ya da “kusura bakma para ödemeyeceğiz” gibi bir açıklama da duymadım. Sonuçta para çok mühim değil. Ama yarım ağızla da olsa bir kere teşekkür eden çıksa sanırım daha mutlu olurdum. Çıkmadı.

21 Eylülde çıkan dine ilişkin yazımdan sonra, kabul edilebilir küstahlık sınırını aştığını düşündüğüm tavırlarla karşılaştım. Birkaç kez alenen fırça yedim. Yazılarım – herhangi bir açıklama veya ikna teşebbüsü olmadan – gelişigüzel makaslanmaya başladı. Ekim ayında çıkan iki kitabımdan gazetede tek satırla söz edilmedi. Gerekçe olarak, dine ilişkin yazılarımın “gazeteye zarar verdiği” söylendi. Gazetenin “bir süre” beni destekliyor görünmek istemediği bildirildi. Siyasi konulardan uzak durup kelimelere yoğunlaşmam “tavsiye” edildi.

Hemen her gün onlarca ölüm tehdidi alıyorum. Jandarması, emniyeti, savcılığı bunları ciddi buluyor. Ben pek önemsediğimi söyleyemem. Ama şunu net olarak görüyorum ki, gazetem bu konuda da arkamda değil ve yarın bu tehditlerin ufak bir kısmı da gerçekleşecek olursa arkamda durmayacak. Bu da, takdir edersiniz ki, hoş bir duygu değil.

Kusura bakmayın ama bu yaştan sonra bu saçmalıklara tahammül edecek sabrım yok. Yeterince yapacak işim de var. Bu kadar Kelimebaz yetsin.

*
Kelimebaz’ı yazmak güzeldi. Sizi bilmem ama ben çok şey öğrendim. Çok güzel feedback’ler aldım (neydi bunun Türkçesi?). Dostluk ve sevgiyle yazan okurlarım oldu. Bir kısmı yazışma faslının ötesine geçen arkadaşlıklar kurdum. Hepsine teşekkür ederim.

Yazmak bir iptiladır. Elbette yazmadan duramam. Ama nerede, nasıl, şimdilik daha düşünmedim.

Sevan Nişanyan

Pazartesi, Ocak 4

Okyanus Gözlü Kadın



Çamur akan nehirlerden gelmiş bir yabancı,

Sigaranı çekerken bileğinin içini gösterdiğin.

İlk dakikada nasıl kayıtsız kalsın,

İçinde yok olunacak bir okyanus verdiğin.

Dünya tatlısı bir oğlun, jiletçi kocan saradan ölmüş.

Sen kadınsılığın, kadınlığınla,

Kahkahalı bir hüznün adı, kördüğüm.

Gözyaşlarında bir acı hayat, ve kadının gücü,

Gülüşünde bir mutluluk, o acı hayata dair.

Yanındayken mutlu ve gururlu,

Baban gibi sarılıp, oğlun gibi öptüğün şair.

(Öpememiş seni boynundan, bir sevgili gibi.)

Sana doğacak çocuğumu oğlundan ayırmayacağımı bilsem,

Seni kimselere bırakmaz, hemen evlenirdim,

Dediği akşam,

Ona çok benzeyen biriyle çıkmaya başlamışsın ya.

Hani anlatırdın,

Nasıl ayrıldığınızı.

Ve gözyaşlarıyla akşam hayatını, iki gecede bir yalnız ağladığını.

Kendine güvenip de o yabancı,

Alamadı seni ya,

-Kollarında üç beş kevaşe,-

Alarmı kurup kapatırken mağazayı,

Ve yarı-yalan alem dedikodularına yenilip terk ederken Ankara'yı,

Kalmış meğer dudağında -hiç tatmadığı- denizin tadı.

Hani "canım" derdin ya, aradığında öyle ansızın,

Yürüyüp tüm güzelliğinle öyle yanında,

Yeterdi hazcı yüreğine varlığın;

Ve fakat bunu o,

Okyanusun nehirlere, göllere, ve koca Karadeniz'e,

Yetip de artacağını,

Bıçak gibi sözlerinden sonra anladı.

"Sen bana oynamışsın."

Okyanus gözlü kadın yemin ederim ki,

Oynamadığım tek kadındın.

...


İşbu yazıdaki kişi ve kurumlar tamamen hayal ürünüdür.