Cumartesi, Kasım 28

Medya Distopyası

...

O bir milyon insan, Kızılay'a yürüyerek tarihe geçtiler, bu yüzyıllık dutluğun Güneş Ülkesi'ne inkılabının kıvılcımı oldular.

Lakin bir tarih işçisi olarak gelecekten o günlere bakarken, utanç dolu sayfaları atlamamak mecburiyetindeyim.

Hürriyet ve fotokopileri, görmezden gelmeye, sulandırmaya çalışarak tükürdüler önce, sonra "topyekün savaş"a girişmeyi denemeler filan; kararlılığı görünce, Aydın Doğan'ın da soluğu Berlin'de almasıyla demokrasi havarisi kesilivererek "yılana bel kırdıracak" bir örnek daha sergilediler, yaladılar hastalıklı tükürüklerini.

Artık pijamayla karşılayabilecekleri, ana avrat küfredip enseye tokat göte parmak iş görecekleri, siklerinin keyfine göre indirip kaldırabilecekleri hükümetlerle oynadıkları iğrenç bir çıkar oyunu olmayacaktı bu ülkenin siyaseti.

Kalan 'merkez medya', birkaç ayrıkotu hariç, çoluk çocuğun hezeyanı diye baktılar sürece.

Solcu geçinen hastalar, Denizlerin "Ordu-Millet El Ele!" diye yürüdüklerini hatırlatarak, iğrenç bir militarizmle akılları sıra yurtseverlik kaşıyarak, dayanışmayı manipüle etmeye çalıştılar.

Dindar görünümlü eyyamcı iri basın, devlete isyanın zinhar günah ve kıyamet alameti olduğunu yazarak, ne olduğunu bilmeden ortaya çıkan "anarşizme" çattı. Dindarları itidale çağırdı.

Birlik ve beraberliğe, devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğüne yine her zamankinden çok ihtiyacımız vardı.

Her türden Kamalist, sürece dış mihrakların ve içerdeki hainlerin, kısaca ezeli ve ebedi düşmanlarımızın planı gözüyle baktılar, işte Sevr tıkır tıkır işliyordu.

Cumhuriyet, Sözcü vs. gibilerine göre ortada bin türlü komplo vardı.

Oysa orada toplananlar, artık bunları yemeyecek kadar doluydular. İşsizdiler. Kardeşleri ölmüştü. Oğullarının eline bomba verilmişti. Gelecekleri çalınmıştı "irtica"dan. Amcaları gözaltında kaybedilmişti. Dayıları fail-i meçhule kurban verilmişti. Babaları işkence görmüştü. Kendileri cop yemiş, hakarete uğramış; küçümsenmişlerdi. Yıllardır ayan beyan meydana gelen olaylar, zekalarına, haklarına, özgürlüklerine küfür gibiydi.

Orada toplananlar arasında eşcinsellerin hakları için düzenledikleri eyleme katılan türbanlılar vardı. Dersim'i unutturmamak için eylem yapanlara destek olan Türkler vardı. "Artık çocuklar ölmesin!" diye PKK'lı çocuğu ölmüş annelerle buluşmaya giden şehit anneleri vardı. Güzelliği sokakta arayan anarşistler vardı.

Satışları iyice azalan gazetelere göre hepsi haindi.

Onlara tümden destek olan yegane gazetenin başlık rengi de, anlamlı bir şekilde "yeşil"di. Dolar yeşili veya Fettoş yeşili, ne fark eder?

...

"Mavi Ütopya"da umuda mavi dedim, burada cesaret ve aykırılığa yeşil. Gitgide "kırmızı"dan uzaklaşıyorum farkındaysanız. Hainleşiyorum muntazaman.

Mavi Ütopya


...

Dindarı, liberali, anarşisti, alevisi, solcusu, Kürd'ü ... tam 1 milyon demokrat, Kızılay'a yürüyünce, birkaç yıldır iki ileri bir geri illallah ettiren süreç şaşırtıcı biçimde zaferle noktalandı.

Ezilenler, birbirlerini suçlamayı, birbirini ortak tecavüzcülerinin önüne atmayı bırakıp omuz omuza verince, yılların propagandasından, yılların darbelerinden feleği şaşmış şaşkın ve yorgun kitleler, işçiler, köylüler, öğrenciler... tabularından soyunup, vicdanlarını önyargılarının üzerine koyup biraraya geldiler ve "bu ülkeden bi bok olmaz" ümitsizliğindekiler kocaman bir gülümsemeyle haksız çıktılar.

Herşey düşünüldüğünden çok daha kolay oldu. İnsanların, sivillerin, halkın el ele vermesi yetti. Cesaretin ödülü, zafer oldu. Kan emicilerin kanlı komploları, son çırpınışları olarak tarihin çöplüğünde yerini aldı.

Kaybeden medya patronları, cuntacılar, bürokratlar ve kalantorları şimdi kimse hatırlamıyor bile. Yunan meslektaşları gibi birer birer hapiste ölecekler.

Şimdi bu ülkenin insanları geleceğe bakıyor.

Kırmızı vahşetin yerini, umudun mavi rengi alıyor.

...

Cuma, Kasım 27

Eleştirel Günlük'ün Çığlığı

...

Günlerdir kendimi tutuyorum.

Şemdinli'de düştüğüm umutsuzluk, Dağlıca ve Aktütün'deki bulantı, Ergenekon İddianamesi'ndeki tiksinti, Darbe Günlükleri'ndeki kızgınlık, Lahika'daki nefret, Onur Öymen'in Dersim'indeki öfke... birleşerek Kafes'le beraber tarif edilmez yoğunluktaki sağlıksız bir ruh haletine, Taylan'ın da dediği gibi "bu ülke mutsuzluk cenneti" üzüntüsüne dönüştü.

Ensemizdeki yumruk katmerli.

Kulağıma eğilip "katsayı" deyin, Danıştay'ından nefretle girip, Kanadoğlu'ndan kusma isteğiyle çıkıyorum.

Günlerdir kendimi küfretmekten alıkoymaya çalışıyorum.

Merkez medya denen fosseptiğin piyonlarını okumamaya gayret ediyorum. Bulaşmak istemiyorum.

Buraya direkt küfür yazmak istemiyorum.

İzmir'deki tikilerin daş yok mu daş olayından feysbuk deliganlılarının kan-nefret hezeyanlarına, ayan beyan zekamıza küfreden siyaset-medya-bürokrasi erbaplarına, nefes alınan her yeri saran faşizme... o kadar çok şey var ki.

Ben öyle susuyorum.

Aydın Doğan'dan tiksiniyorum. Militaristlerden tiksiniyorum. O teğmene 9 yıl verenlerden tiksiniyorum. Yargıdan tiksiniyorum.

Bunun gideceği hiçbir yer yok, o yüzden susuyorum.

Eleştirel Günlük'ün çığlığını
paylaşıyor ve konuşmadan dinlemeye, yazmadan okumaya devam ediyorum.

...

Salı, Kasım 17

Mağlup


...

Oturdu ve önce bir anda gelen dinlenmişlik - rahatlık hissine sonra da sanki dinlendikçe artan yorgunluğuna kızarak önce rahatladı, sonra kaşlarını çattı.

Verdiği kararın arkasındaydı, eve kapandığı, küstüğü, o berbat birkaç ayı düşündü; yüzü yandı, uzattığı sakalları kesmek zorunda hissettiği için kendine bir kez daha kızdı.

"Haklıyım," dedi, "Lanet olsun!", "Allah kahretsin!" ...

Sonra, o yazar vurulduğunda, o gazete kapandığında basın özgürlüğü havarilerinin nasıl selam durduklarını hatırladı.

Sonra, televizyonların, gazetelerin nasıl görüntülü megafonlara, bildiri ve propaganda kağıtlarına dönüşüverdiğini hatırladı.

Sonra, demokrasi piyadesi siyasilerin, nasıl hizaya geldiklerini, en acısı, horlanan, hakarete uğrayan, onuru çiğnenen halkın nasıl kandığını, inandığını / oynadığını, döndüğünü hatırladı.

Kimse şerefine sahip çıkmamış, herkes gelene ağam gidene paşam itaat etmiş, yine aynı şey olmuş, kimse sokaklara çıkmamıştı.

Kolay zamanda çok çıkan sesler sus pus olmuştu.

Ülkeyi tanıyanlar, son yüz yılın tarihini bilenler için yabancı birşey yoktu.

Camdan dışarı baktı, otobüs hareket etmeye başlamıştı.

Ankara'ya son kez bakmak istedi, AŞTİ'den sorumlu tabura bağlı askerlerden birinin bıkkın bakışlarla şu son birkaç ayda sanki hiçbir şey olmamış gibi, puslu ve yağmurlu intihar havasına inat, arkadaşlarıyla şakalaştığını gördü.

Bir şekilde almayı başardığı izne baktı, bir şekilde "eski vilayet" Yunanistan'a kaçacaktı, bir şekilde Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı yazılı kağıdı ağzına götürdü, kusmak üzere olduğunu anladı.

...

Genç Başarı

...

Soğuğu iliklerime kadar hissediyor, fakat üşümüyorum.

Fiscal year, quarter, month, week derken, mevsimleri planlamayı unutmuşum.

Yine kış gelmiş benim bölgeye, hem de geçen seneye index basarak gelmiş.

Sanırım en baştan başlamalıyım.

O janjanlı irfan (!) yuvasında çift anadal yaparken döktüğüm saçlara özel kozmetik şampuanlar satmak için yüksek mühendis oldum.

Hiçbir yararı olmayan siyah bir sıvı üretip para basan şirkete geçtim.

Beş ay altı günlük "Ortadoğu gerçekleri" arasından sonra 'kariyerimde hızla yükselmeye' devam ettim.

Akciğer düşmanı tröstte bölge müdürlüğünden, ürettiği kremleri derisini yüzdüğü kedileri kullanarak deneyen tröstte kategori müdürlüğüne, oradan denizleri en çok kirleten firmanın "temizlik sektörü" ulusal satış müdürlüğüne, oradan da aynı firmanın Orta & Doğu Avrupa - Orta Doğu - Afrika müdürlüğüne geçtim.

Altımdan 34 farklı araba, her çeşitten insan -tüm anlamlarıyla- geçti.

Birkaç zamandır -nedensiz- hiçbir şey hissetmemeye, veya şimdiye kadar ne hissettiğimi sorgulamaya başladım.

Çevremdeki cenazeleri fark eder, çocukluğumu hatırlar, insanların yüzüne bakar oldum.

Annemi özledim. Umursar oldum.

Bu kadar yeter.

Şakağımda elimdeki metalin soğuğunu iliklerime kadar hissediyor, fakat üşümüyorum.

Artık umursamıyorum.

...

Selim Işık'a not: Hayatta tanıdığım tek dost sensin. Bir yaz günü annemlerin yazlığında seni okuduğum geceden beri beni hiç bırakmadın. Sen saflığını kaybetmediğinden tutunamadın. Ben başardım. Ama neyi başardığımı, neye tutunduğumu anlayamadım. Ve senden 20 yıl geç kaldım.

Kemal Kahraman, 48 yaşında.

Cuma, Kasım 13

Darbe Günlükleri... #1

...

Selam :)

Bu da benim sana ayrılırken hediyem olsun... İnsan kendi kaderini kendi yazar demiştin bir kez. Belki de haklıydın. Yaptığım her seçim, bugün burada olmamı sağladı. Tıpkı dün "yanında olmamı" sağladığı gibi. Bazen bazı şeyler söylenmez, yaşanır. Hayatta üstünde konuşulamayacak, kelimelerin yetersiz kalacağı şeyler de vardır. Bilirim...

Çocuğum :) Evet bi yerde çocuğum. Ama aptal bi çocuk değilim. Asla yanlış anlama. Çok büyük hikayelerim yok belki ama söyleyecek sözüm çok. Sadece nereden başlayacağımı bilmiyorum. Kendimi açmak istemeyişim değil bu, anlatamayacak oluşum belki. Şu gerçeği görmezden gelemem ama, hayatımda hiçbir kimse için -DAHA- keşke beni tanısaydı, keşke söyleyemediklerimi söyleyecek çok vaktim olsaydı diye düşünmedim.

Pişmanlıklarım olmaz benim, genelde ne geldiyse aklıma, içimde kalacağına dışımda olsun, yine üzülebilirim ama ileride bir gün neden diye sormayayım diye düşündüm. Bu noktada sana Ahmet'ten bahsetmeliyim. Bazı insanlar vardır, sevdiğini haykırmak istersin ama kaybedebileceğin şeyler korkutur seni, güveni, dostluğu, varlığı... Bir zaman -garip ama- yaşama sebebim oldu, kalktım buralara geldim de bu gücü nerden buldum kendimde, ben kimdim de... Ondan öğrendim. Mutlu olmayı ondan öğrendim. Dalga geçmeyi. Sadece varlığı için şükrettim, sadece bana kattığı sevgi için, yaşam için. Ama sonuçta bilirsin biraz da "kendinden yanadır yürek," acı çekeceğimi anladım. Kalktım geldim, daha güzel bi ifadeyle kaçtım, geldim :)

Ne bulacağımı sandım, ne umdum bilmem. Geldim, yalnızdım, kararımın arkasında ama huzursuzdum. Sonra Hakan çıktı karşıma... Dur biraz daha geri döneyim. Babama... Benim için dünyadaki en önemli varlığıma. Zeki bi adam, yetenekli, hem de her konuda, hayranlığım ilk etapta bundan kaynaklanır. Meslek lisesi okumuş, otelcilik turizm. Siyasi bi adam, solcu yani sizin deyiminizle komunist, ama sevmem bu kelimeyi... Emekçi demeyi tercih ediyorum. Aşçı benim babam. Pasif bi solcu değil. Anlayacağın çocukluğum bu kavganın içinde geçti. Evimizde saklananlar, tutuklananlar, türküler, marşlar, mitingler... Üniversiteye başlayacağı dönemde (nedense!) vazgeçmiş, mecburi hizmetinden de vazgeçerek gelmiş İstanbul'a, ailesinin yanına, iş aramış ve bulmuş, tabi babamın mesleğini merak ediyorsun şimdi, kapıcıydı babam, İstanbul'da, Kadıköy'de, Göztepe'de... Her simitçinin simitçi olmadığını öğretti dedim sana, babam bana! Çok insan saklandı bizde. Bizim evde, benim resimlerime baktığında sorduğun ve benim hapishanede dediğim adam örneğin, babamın arkadaşı, o da bizde kalanlardan...

Sever okumayı babam, belki Deniz'in odasını dolduracak kadar kitabı vardı. Ben ikinci sınıfa gidiyordum, bir gece polisin beni uyandırdığını biliyorum. Babamı aldılar, çok değil bir hafta gözaltı, örgüt olayları :) Tabi yok aslı astarı... Kitapların büyük kısmı, hem de zararsız bir kısmı amcam tarafından yok edildi. Kalanlarında İstanbul'dan İzmir'e, İzmir'den İstanbul'a taşınmalar sırasında büyük kısmı gitti. 59'lu babam ama gamsız bi insan. Çok az beyaz vardır saçında. Sorsan adil, eşit bi dünyadan başka bişey istemez, bir de mutluluk. Yani maddi boyutuna geliyorum olayın, sıkıntı çektiğimiz oldu.

İzmir'e babamın emekliliği ve deprem nedeniyle geldik. Babam bu iki sene zarfında, İzmir'de, çalışmadı, hazır para yedik ve açıkçası, maddi sıkıntı dediğin kavramı burda öğrendim, öğrendik. Annemin çok ağladığını bilirim. Ben kendimin çok ağladığını bilirim. Bazen bazı yerlerde tıkanıp geleceğimden sırf bu nedenle korktum. Ve belki sırf o günleri yaşamış olmaktan dolayı bağlıyım aileme. Neyse İzmir'de olmadı anlayacağın ve babam ÖSS'de İstanbul'u yazacaksın dedi. Babamın ağzından bugüne kadar yani o güne kadar duyduğum, benim hayatıma dair duyduğum, tek emir cümlesiydi desem...

Karar alında sonuçta, İstanbul'a geri dönülecek, bahane de ben olacaktım. İstedim mi hatırlamıyorum ama gittim. Sebep bulamıyorum. Ve 2 sene orda işte...

Neyse döndüm Hakan'a... İlgi-alaka ihtiyacım da vardı, eğlendim de onunla, tarzım olmayan birşey bu. İlk defa. Ben güven problemi olan bir insanım, yakınlaşma problemi olan. Ne düşündüm bilmem. Bi insanı sevmek için aylara ihtiyacı olan ben, 10 günde bağlandım ona...

Ve kızdın sen bana biliyorum ama düşündüm, geleceği... Yılları, yıllarımızı... Birlikte geçtiğini. Derinlerde bir yerde inandırdım kendimi. Ağzım söyledi hep olmaması gerektiğini ama inandım ben. Söyleyerek olmayacağını onu kırmak istedim belki. Ama artık gereksiz yere çok üzüleceğimi anladığım anda son verdim işte... SEN!

Ne noktada girdin hayatıma yada ne zaman önemli oldun bilmiyorum. Sadece -bi zaman- seninle olmak istediğimi anladım. Yani seninle olmak derken, seninle konuşmak, birşeyler paylaşmak. Okula geldiğimde senin için bakındığımı fark ettim, yeni bi film, eski bi film, bi şarkı, bi ayrıntı, bi an, bi anı ve bunu, bunları seninle paylaşmak istediğimi çünkü yalnız senin anlayabileceğini düşündüm. Arkadaşlık derler mi buna, yada var mı başka bi adı bilmem. Sadece hayatımda yerinin değiştiğini ve hayatımda ÖNEMLİ bir yerin olması gerektiğini hissettim... Söylemek de isterdim ama söyleyemedim. Neydi beni tutan bilmem. Belki senin çevren, dostların, belki de benimkiler...

Herneyse ama söyleyemedim. Anlamanı bekledim. Anla, birşey söyleme, sorma ama anla istedim. Ne kadar olgunluk, erdem palavraları sıksam da her zaman hissettiğimin arkasında durmuyorum galiba... Sonuçta bugün burdasın, yanımda, önemli olan da bu zaten. Seni sevdiğimi de biliyorsun, seveceğimi de... Bugünlük bu kadar yeter heralde. K.İ.B.

(Umarım şu an mutlusundur.)

Sevil

...

Perşembe, Kasım 12

Esemes


...

Bazen şaşırtıcı süreler hiç çalmayan, bazen yeter artık dedirten şahsi hattımın çöplüğe dönmüş gelen kutusunda iki mesaj:

"serkan ben erkan agzni yuznu skim sen in adammsn sen yawsak ben sana ozlemimi sktm dedm desem bile anlatmanmi lazim oruspu gbi adamsn ama gelym samsuna bekle"

"adam dglmissn olum sen onunda agznin payini werdm ama ben kimseye kendmi zorla aratmadm olum hersyni bliyrum onun ben gondrdi resmler mailler duruyo ama sen o gotlu yapmcktn skecem agzni"

Bu ne lan?

Varoş bebeleri bile mesajla artislik eder olmuş. Teknoloji deliganlıyı bozuyor hacı.

...

Gençlik Andı



Ulu Önder'im, Lider'im, Başbuğ'um, Führer'im!
.
Türg gençliği olarak, muhteşem cümlelerinizi dinledik ve ağlamaklı olduk, hatta ağladık.
.
Türg'ün demir kartalları sapasağlam durur iken, O'nun nasıl bir yol izlediği ap açık iken, şanlı yakın tarihimizi görmezden geliyor, bugün mal gibi, sanki böyle birşey varmış gibi, sözde kürd sorunu denen şeyi konuşuyoruz.
.
Kürd sorunu yoktur! Deli misiniz, esas kürd yoktur!
.
Bizler idiyot değiliz! Beyinsiz hiç değiliz! Sik kafalı, sümme haşa değiliz!!!
.
Emanet aldığımız bu vatanı, yeri gelir kırmızıya boyar, olay neyse çözer, sorun nedir bilmeyiz!
.
Güç mü lazım, kanımızda mevcut! Yıldırım mı lazım, yaratırız ulan!
.
Ne mozayiği ulan!!!
.
Bugün iktidara yuesey denen gevur emperyalist köpekler tarafından yerleştirilen Arab Kürd Partisi, şanlı vatanı bölmek için gece gündüz çalışıyor.
.
Karşılarında biz sokakta, kentte, dağda, kırda, bayırda her zaman varız.
.
Meclis'te de sizi "Dersim'de yapılan bellidir. Yol bellidir." mealli konuşurken gördük, duygulandık.
.
Börklü ellerinizden öperiz.
.
Analar elbette ağlayacaktır. Ve şüphesiz, Antalya dünyanın en güzel yeridir. Türg faşisti, en asil duygunun insanıdır.
.
Titreyerek bu andı içiyoruz, "TÜRG OLMAYAN HERKESİN TALUKATINI S.KERİZ!!!"
.
Saygılarımızla,
..
Gönençli ve Tapgan Türg Gençliği
...
...
Not: Eminimsi'ye saygı ve selamlar.

Mesir Macunu

...

Şşt, lan boş kafa. Senin ben a... k...

Kaç slogan ezberledin?

Hala dahi anlamındaki de'yi birleşik mi yazıyorsun?

Ve hala boş beleş faşist gruplara mı yazılıyorsun?

Olmak istediğin dolar işareti, olduğunu sandığın altı ok, olduğun gamalı haç.

Üçünün de a... k...

Küfürbaz oldum lan sizin yüzünüzden.

Kiminiz pleb faşisti, kiminiz orduda yerleşik, çoğunuz boş zihinlerde...

Alayınız bu ülkeden gitmek isteme sebebi.

Alayınız bu sistemin sırtımızdan asla inmeyecek olmasına götürüyor hepimizi.

Düşüncelerinizin terkibi fosfat ve sülfürken, sözlerinizin nefret ve küfürden ibaret olması normal.

Bir Yunanistan, bir İtalya, bir İspanya olamayıp halkça sırtımızdaki kambura tapmamız da.

Sizi seviyorum ama bugün formdayım.

Kendime bile koyuyorum, işime bakmayı beceremediğim, mutsuzluğun kitabını yazdığım için.

Kitabın adını Kavgam mı koyayım, Nutuk mu; hangisi daha çok satar?

...

Salı, Kasım 10

Başlıksız

...

"İnsan gruplarının tek bir temel amacı vardır: Herkesin farklı olma, özel olma, düşünme, hissetme ve kendi seçtiği biçimde yaşama hakkının üzerinde durmak. İnsanlar bu hakkı kazanmak veya savunmak amacıyla bir araya gelirler. Fakat bu noktada korkunç ve kaçınılmaz bir yanlış doğar: bir ırkın, bir Tanrı'nın, bir partinin veya bir devletin ismi altında toplanan bu grupların hayatın tek amacı ve sona ulaşan tek yol olduğu inancı... Hayır! Yaşam mücadelesinin tek gerçek ve kalıcı anlamı bireyin içinde, en mütevazı tuhaflıklarında ve bu tuhaflıkları sürdürme hakkında yatar."

Vasili Grossman, Hayat ve Kader, s.230

...

Pazartesi, Kasım 9

Şehir

...

Geceyarısı şehirlerinin sessizliği.

Ben soluk alıp verebilen şehirleri seviyorum, ve kavak hışırtılarını.

Bu yüzden her şehir tercihinde art arda beş şehir sıralayışım.

Bu yüzden çoğunluk gibi tek bir şehre, doğ/yduğum şehre, ait olamayışım.

...

Otobüs

...

Çift katlı bir yolcu otobüsünde yaşıyorum ben. Dünyayı dolaşıyorum.

Üst katta uyuyor, yiyor, içiyor, izliyor, dinliyor, okuyor ve düşünüyorum. Üst katta yaşlanıyorum.

Küçük belediyelere kiralayıp otobüsü, insanlara karışıyorum bazen.

Tiyatro kumpanyaları ağırlıyorum, Eti Çocuk Tiyatrosu gibi neşeli sanatçılar ve güzel insanlarsa eğer.

Yağmurlu asfaltın verdiği hüznü, gülen bir çocuk yüzünde unutuyorum dekor taşırken.

Buğday ve ayçiçeğinden, çöl ve tipiye, mezradan metropole, devran gibi dönüyorum.

Sonsuz varoşlar, dev sanayiler, gökdelenler görüyorum.

Varoluşumu kilometrelerce yaşıyorum.

Ve yorgun, ve şaşkın, ve umutlu; yol hiç bitmesin istiyorum sıkıntıdan patlarken.

...

Perşembe, Kasım 5

Grup Yapmaya Devam...


...

Okuldaykene Yalçın diye kafası çalışan, dürüst bi arkadaş vardı (hala var, hala vatan haini). Mail grubumuzda Ermeni meselesini, o zamanki adıyla Güneydoğu sorununu falan tartışırdık. Malum fosfatlı - sülfürlü neticeler hasıl oldukça rahatsız olmaya başladı ve aynen şu cümleyle terk eyledi mail grubumuzu:

"Gruptan ayrılıyor, siktir olup gidiyorum. Siz grup yapmaya devam edin. Hade eyvallah..."

Benzer bir halet-i ruhiye içindeyim bu aralar, gayet normal insanların yılların propagandasıyla iş malum konulara geldiğinde beynini aldırmış agresif papağanlara inkılap etmelerine alışkındım ama, sayılarının bu denli çoğunluğa/genele tekabül eder olduğunu gördükçe hiddetleniyorum.

Bu ne lan? Feysbuk denen bok çukurunda, imla hatalarıyla dolu, geri zekalıca, evlere şenlik gruplar kurun, içinde birkaç malum kelime geçsin yeter ki, milyon adam üye oluyor. Toplumsal cinnetinize osurayım.

Lan beyin düşmanı, siktir et tarihi falan, hiçbir şey bilme, elini vicdanına koy da bir düşün yav, insaf. Önce insan ol bi.

Yada banane anasını satayım. Dürüst adam her yerde var, bloglar var, bir kısım "Sorosçu" medya var, friendfeed'te var, çevremde var, var oğlu var işte. Azınlıksa azınlık, kelle sayısıyla değil beyin ağırlıklı alındığında milyonlara değer mi, değer.

Grup yapmaya devam edin siz, hadi kop kop ATAMMM, VATAN, KAN KOKUSU, BÖLÜCÜ KÖPEKLER ZİKECEZ SİZİ, ASACAZ, ÖLÜM, DEVLET, REJİM, LAİKLİK, ORDU, TENGRİ, HOBAREEEY!!!

Okumanız yazmanız yok sizin, sorosçu hainler için bir iki link vereyim okumaya değer:

cuntacı generalleri azletmeyince neler oldu?


yasak

şimdi değilse ne zaman?

...
HAMİŞ: Bu örneği vermezsem çatlarım.

Yazdığım ileti :

Org.Başbuğ görevden alınsın, GK Bşk.lığı MSB'na bağlansın, TSK İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesi lağvedilsin, askeri yargı, disiplin mahkemelerine dönüştürülsün ve yeni bir sivil anayasa yapılsın.


Ulusalcı atkafasının yorumu:

"Siktir git bunların olduğu bi ülkede yaşa o zaman. Oldu olacak ordu da lağvedilsin iyice rahatlayın yavşak liboşlar"

...

Pazartesi, Kasım 2

Anne Böreği


...

Anne böreği insanı ağlatır mı, güldürür mü?

Bu şehir bana ihanetle başladı.

Büyük "sıkıntılar var," falan filan.

(Bahane.)

Kaçış gibi bir haftasonu, sabah 04.30'da çıkılan dönüş yolu, kilometreler, Çorum'da iki yalandan (satış) görüşme, kilometreler. Kar, yağmur, mazot, uykusuzluk.

Kardeşimi Ankara'daki yeni adresine (Hv.Loj.K.lığı, Etimesgut) bıraktım.

Ben hep gurbethanede yaşadım, 1999 depreminde bir hata yaptım. Annemlerle Düzce'ye geri dönmedim.

Daha da hiç dönmedim.

Konya, İzmir, Samsun, Ankara ve yine Samsun.

Sırasıyla, Anadolu Lisesi lise 2-3 (okulun "registered" serserisi), Dokuz Eylül yüksek lisesi (işletme 2001-2005), Narlıdere erkek lisesi (307. kd. is. çvş.), tekstil sektörünün hırslı bebesi (toy, ingilizce ve türkçe anlamıyla), gece hayatı personelinin diline düşmüş mağaza yöneticisi (tek kelimeyle, salak) ve nihayet, ağzı yanmış ağlak melankolik.

Annem hep börekler yaptı bana.

İzinler -Remarque'nin de dediği gibi- sonu ayrılığa doğru gerisayan mutluluk görünümlü acı günleriydi.

Anne börekleri, dünyanın en güzel insanları olan annelerin (o hep çok sevdi beni, hala sever), hoyrat evlatlarının (hep en çok onu üzdüm ben, sevdiğimi bir gösteremedim) en yalnız olduğu anların şahitleridir.

Annemin hayatımdan geçen kadınlara, mutfağımı temizlerken bulduğu şişelere ağladığı kadar, ben hayatımda ağlamamışımdır.

Siktir edin bu huysuz veledin serzenişlerini, bu bir blog ve ben ne yaptığımı tutuyorum.

Annemin böreklerinden yiyor, demli çay içiyor, salata çatallıyorum.

Anne böreği yiyor ve ağlıyorum.

...