Pazar, Mayıs 31

Nerdesin Sen?

...

Burdayım, burda.

İnternet gidip gidip geliyor. Sinir oluyorum.

Birkaç gündür aklıma yazı konuları geliyor; genelde böyle bir kelime, cümle, resim, görüntü geliverir, doğaçlama yazıveririm.

Lakin şu bağlantı kopukluğu resmen soğuttu beni blogdan.

Not almak amacıyla birkaç konu başlığını yazayım buraya madem. Sonra yazar mıyım bunları onu da bilmem, araya başka konular girebilir falan, üşenebilirim de.

1. "Ben 'Bay Hazan'. Ben de Mevlüt." başlıklı bir yazı. Mevzu, insan. Takma isimli iki karakterin peşpeşe monoloğu. Biri hedonist, biri dindar, ikisi de hayali arkadaşım. Kendilerinden bahsederken bana geliyorlar, bu arada gölgeler de yavaş yavaş değişiyor (Beyaz Kale hesaaabı), yazının son cümlesini ise ben söylüyorum. Siz de aslında kendinizi okuyorsunuz.

2. "Hiç Değişmemişsin Açelya" anılar, kopmalar vs. üzerine hüzünlü bir güzelleme. Gerçekliği de var (blog title'ının sol üst köşesindeki gözler Açelya'ya ait, olduğunda kızıma koymaya 12 yıl önce karar vermiş olduğum isim de)

3. İGGP (İktidara Gelmesi Gereken Parti) Programı. Ütopya. Tümüyle anti-militarist. Geyik bir anlatımla, vurucu tespitler. Özellikle "dik duran" bir yönetim özlemi. Halkçı, özgürlükçü, temiz. Devleti "gerçek bir demokratik hukuk devletine inkılap ettirecek" cinsten. Hayali yani.

Seviyesiz Siyaset'te yaptığım bir yorumdan,

---
“birkaç yüz kişi kızılayda / taximde yürüseydi, menderes’i asamazdık.”
mbk üyesi bir paşa

“…ne idüğü belirsiz yeniçeri bozuntuları”
alparslan türkeş (kendisi aralarından kovulduktan sonra)

- erbakan o belgeyi imzalamayı reddetseydi ne yapacaktınız?
- hiçbir şey. bir planımız yoktu.
28 şubatçı bir paşa

özetle, dik durulmalı. güce tapan iki yüzlü bir milletseniz, hak.

çevik bir kişisi bir KADIN bakan için, “kazığa oturturuz” dediğinde, her zaman sesi çok çıkan feministler, örgütler vs. gık demiyorsa, selam duruyorsa, müstehak.

---

bu minvalde bir yazı.

4. son günlerdeki medya öküzlükleri üzerine iç boşaltma (bunu kısmen yine aynı blog'da yaptım. Allah razı olsun be seviyesiz:)

buyrun:

---

bir diğer yüzü kara için bkz.http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/11762243.asp?yazarid=249&gid=61

durmuş saat günde iki kez doğruyu gösterir hesabı bekir coşkun ilk kez faşist olmayan bir yazı yazdı ya, anneannesiyle ilgili. bidon kafa da laf sokmuş, onun anaanesi ermeniymiş, ertugrul ozkirk’ün babannesi çarşaflıymış, onlar yırtmış, bununki türk ve başı açıkmış, çekmiş falan.

çüş!

herşeyin bilerek olduğunu, amaçlı olduğunu falan biliyorum da, bazen bu kadar öküz olmalarına dayanamıyorum. götünden anlamanın en güzel örneği. bu da eğitim gerektiren bişey heralde.

be yılmazım, hiç çıkmayaydın şu izmirden be yaw! asfalyayı attırıp, suratına çiğdem tüküresim geliyor bazı bazı. boyoz beyinli seni.

---

Bu, en hafifi.

5. "Düzceliyim!" başlıklı bir yazı, ait olma üzerine. Çocukluğa, geçmişe, mutluluğa, hüzne, hayatın getirdiği dalgalanmalara güzelleme, depreme de bir ağıt. İçerisinde Akşehir, Çakıllar, Yeşilova, Konuralp, Düzce, Konya, İzmir, Samsun, Ankara ve İstanbul'dan izler.

6. "Elveda Düzce..." başlıklı bir diğer yazı, kopuşlar ve özlem üzerine. Mekan dokuları, hatıralar, duygular, temelde bir iç çekiş. Coşku ve umudu elden bırakmadan. Mutluluğa ve zamana belki ama, hayata tam anlamıyla güzelleme.

7. Aşk - evlilik - cinsellik ........

Evet, bu sonuncusu, şimdi geldi aklıma, yazabilirim şu an bi dünya. Hala kesilmedi bağlantı. (Internet bağlantısı canım.)

Boşver başka şey geldi aklıma. Tutunamayanlar'ı okuduğumda şunu demiştim: "Oğuz 724 sayfaya çok şey sığdırmış." Şu anda (araya pek çok kitap sıkıştırdıktan sonra nihayet başladım) Atlas Shrugged'ı okuyorum (evet daha yeni okuyorum, öküzüm), şimdiden söyleyeyim, 1200 sayfaya çok şey sığdırmış haspa.

...

Yazar mıyım bilmiyorum. Yok, o anlamda değil. Yani, yazar mıyım bişeyler, bilmiyorum. Soğudum lan resmen. Okuma arası diyelim.

İş ve aşk umudum da var.

Biraz hayatı yaşayayım be yaw! Ankara'dan sonra iyice kapandım eve!

Hayat arası belki de.

...

Çarşamba, Mayıs 27

Blogu Onurlandırsın İstedim

27 Mayıs'ı Yazmayacağım

...

Bugün 27 Mayıs. "Darbe"nin (devrim değil ulan mal) yıldönümü.

Güzel bir okuma için bkz.:
http://www.derindusunce.org/2009/05/27/aldigin-nefesi-ben-yarattim-ulan-%e2%80%93-27-mayis-ozel/

Evet, ben bugün siyaset, militarizm, vesayet mesayet yazmak istemiyorum. Gına durumları.

...

Eskiden Kanal D'de bir çocuk programı vardı. Erkek kardeşimle geyik malzemesi çıkarmak için izlerdik, belki de tombiş Yıldız Asyalı için. (Benim çocukluğum daha eski çocuk programlarına denk gelir, mesela Dinozorus, daha tombiş Çiçek Dilligil sunardı, dergisini bile almıştım, Hugo'yu ise sevmezdim, ben Wolfeinstein, Fifa 95, Striker, Euro 92, Duke Nukem, Sango Fighter falan oynarken, o pek basit gelirdi.)

Konuyu dağıtmak istemem, zira bugün çene düşürmece istemiyorum. Serdar Turgut'un fikirsel salınımlarıyla bizimle aslında taşşak geçtiğini yazacaktım, onu da dün Alper Görmüş yazmış.

Çocuk programına dönelim. Şarkısı vardı,

Merhaba Doğan Güneş
Merhaba Bulut Kardeş
Merhaba Güzel Çiçek
Merhaba Sevgili Çocuklar
Merhaba Hepinize

Biz kardeşimle şöyle söylerdik, gülme krizleriyle,

Merhaba Doğan Güreş
Merhaba Çevik Bir
Merhaba Kenan Evren
Merhaba Genelkurmay
Merhaba Hepinize

Valla söylerdik böyle. Yeminlen bak.

...

Militarizmden, vesayetten falan bahsetmeyecektim dimi? Şimdi düşünüyorum da, kanımıza işlemiş lan.

Tamam sustum.

...

Salı, Mayıs 26

Evlilik Geyiği

...

Onlar evli. Düzenli bir hayatları var. (Ankara Bahçelievler'de. Veya İstanbul Şişli'de. Veya İzmir Alsancak'ta.)

Evlerinde eşyaları var. Ciks.

Duvarlarda düğün fotoğrafçısına mutlak itaatle çektirilmiş (hiç de anlayamam bu psikolojiyi, adam amuda kalkıp poz verin dese, verecekler) Habeş maymunu pozları, çeşit çeşit, çerçeve çerçeve. Bir tanesinde de mutlaka gözler kapanıp “orgazm” modu resmedilir, acaba fotoğrafçı ne diyordur hep merak ederim, “Evet gençler, şimdi olaya girmeden, doruğa çıkmış pozu vereceksiniz, kıs gözleri, aç ağzı, hah.”)

Facebook’a konmuş klasik düğün pozları.

İmza atılırken mutlaka bir shot vardır ve “bitti gitti dönüşü yok” vurguları yapılmıştır resim altına.

Fotoğraf altı sempatikleri de yalaka yorumlar yaparlar. Çeşit çeşit, ama hep aynı kız lafları. Anafikri “kafeslemişsin oğlanı, hayrını gör, tepe tepe kullan” olan.

Bir dangoz da, “Mutluluk Tabloları” falan diye albüm ismi yaparak gözümüze sokar “mutluluğunu”. Halbuki birinci sınıfta size yazmıştır (“şişko lan”, diye yüz vermemişsinizdir, şekilciyim evet, iğrencim) ikinci sınıfta bir arkadaşınıza; arkadaşınız aşık olmuştur, üç sene çocuğu nazla niyazla, yapmacıkla, türlü kompleksle süründürmüştür, sonra mezun olur olmaz “sınıf farkından” (arkadaşım senin benim gibidir, hatun zengin çocuğu) sepetlemiştir, kendinden 10 yaş büyük biriyle mantık evliliği yapacaktır, msn’de karşılaşmışsınızdır, muhabbeti o açmıştır, “ben mantık evliliği yapacam” diye, “nasıl biri” sorunuza da, “cömert, ağırbaşlı” veya “yakışıklı” gibi bir cevap beklerken siz, “sürat teknesi var” diye cevap vermiştir, budur “Mutluluk Tabloları”nı gözünüze sokan kişi, eşi diye yanında gezdirdiği, dünya şehirlerini gezip itina ile facebook denen teşhir ve insan manzaraları müzesinde albümlediği, kocacımmm falan dediği, babasından daha yaşlı görünen dallamaya ise değinmek bile istemem.

Oğuz Yılmaz, Ankaralı bilmemkim falan çalarlar bir de düğünlerde, türlü kepazelik. İçimizdeki, hep gizlediğimiz o seviyesizliğin, düzovalılığın, kasabalılığın dışavurumu. Misafirler eğlenirler, “oğlanla kız”ı maymun ederek, başrolde ise aslında acı çeken “gelinle damat” değil, bizzat kendileri vardır, misafirler ve ana babalar.

Hele bir de para muhabbeti yok mu. Çileden çıkaran. Pazarlık falan ederler. Bir daire, bir araba filan, çüş! Yok traktör. Öküz, inek falan, büyükbaş da ister misin? Acısını mı çıkarıyorsun lan bu yaşına kadar baktığının, hayvan!

Bizim burada bir laz adeti varmış, son anda dayarlarmış emrivakileri, mal isterük, mal isterük! Diyerekten. Bir düğünde çıkan kavgaya ben şahidim. Cumayeri çayırlığında oturuyoruz. Yolun karşısında düğün var, e ne güzel. Kız hayallerine kavuşuyor, oğlan suçlu hissetmeden mala vuracak. Ulan bir baktık, birden bir gürültü, şerefle temin ederim, birisi damadın kafasına beş-onla vurdu (iki metre uzunluğunda, beş santim eninde, on santim kalınlığında çatı kalası), damadın ailesi söve saya, arabalara atlayıp, gelini almadan kaçtı, gözü dönmüş kız tarafının, son dakika golüne, kız arabaya binerken ev/araba/öküz istemelerine teslim olmamışlar.

Her yerin bir geleneği var! Bir düzova memleketinde de, mehir adeti varmış. 17 milyar değer biçmişler kızlarına (2002 model Ford Focus rayici), oğlan tarafının içine oturmuş bu. Neyse evlenmişler, kız hamile falan (Oğlan kızı “bozunca” oğlan tarafının eline geçiyor bu mantıkta koz). Yenilgiyi hazmedemeyen oğlan tarafı, hamile kadını anasının evine koymuş, ya 17 milyar, ya alın kızınızı diye. Kız tarafı da inat etmiş, siktirin gidin diye, 17 milyarımızı vermeyiz! (çocuklu kadına bakmanın maliyetiyle, 17 milyarı karşılaştırıp, alternatif maliyet mantığı gütmüşlerdir)

Bir tane de dağ kasabasından. Bunu yapanlar da benim akrabalarmış (utanıyorum). Babamın halasının oğlu (benle yaşıt, çok delikanlı bir adamdır), bir akrabalarının kızlarını, zengin kızı diye özene bezene, kapı aşındıra aşındıra istiyorlar, kızın da gönlü varmış zaten bizim oğlana, eh aile de veriyor kızı, evleniyorlar falan, kız hastalanıyor gebe kalınca, meğer kız ciğerinden hastaymış! Oğlan da askerde, ne yapıyor bizim oğlan tarafı, kız tarafına dövüşmeye gidiyorlar, “hasta olduğunu söylemediniz!” diye. Çocuğu da olmayacak ya bir daha. Bencilliğin, hayvanlığın bu kadarı… Oğlan askerden döner dönmez, resti çekiyor iki tarafa da, “Yarın kollarımda öleceğini bilsem, benim karımdır!” diye. Geçen bayramda gördüm, oğlan yakışıklı, kız güzel, nasıl da yakışmışlar, oğlan, kadınların dedikoduculuğundan şikayetçi. Yüzü kırışmış yaşadıklarından, aklar düşmüş 25 yaşındaki şakaklarına.

...

Benim evim, arabam falan yok. Şimdilik bir işim de yok. Sizin bakışınıza göre “düzgün” bir adam olduğumu söyleyemem. Doğduğum, 25 yıldır bayram tatilleri dışında gitmediğim kasabada da “aksi” denirmiş adım geçince, “şimdiye üç çocuğu olmalıydı”…

Yok arkadaş, yapmacığa, gösterilere gelemem. Özgürlüğümü de kısıtlayamam.

En mazbutundan en kevaşesine, hayatımdan geçen tüm kadınlarda “evlilik” ideali ziyadesiyle vardı. (Boşanmış olanlar hariç. Bir tek onların evlilik fetişi yok, bir tek onlar özgür.)

Anadolu köylülüğünden, sonra şehirliliğinden, Müslümanlıktan geldiğimize göre, bizim de kafamızda bir “evlilik” kavramı vardır, eşelemek gerek. (belki aşk – sevgi – hayat kavramlarıyla bağlantılı)

Ama ben sevdiğim kadınla, hayatımı sunduğum, hayatımı çekinmeden feda edebileceğim kadınla, kira kontratı, motorlu taşıt satış mukavelesi, iş akdi gibi sözleşme imzalayacaksam, olmayan malıma mülküme dair, zaptetmeye çalıştığım anarşistliğim, mülkiyet düşmanlığım bir Deftones çığlığı gibi çıkar ortaya arkadaş! Ben ne üç kuruşun sözünü ederim, ne ettiririm, edenden de hazzetmem işte.

Ben evleneceksem, bu bir gösteriş şovuna dönüşmemeli. Oğlan için “abazanlığa veda” kız için “buldumcuk isterisi” olmamalı. Çünkü ne ben abazanım, ne de “alacağım” kız benimle hayatını paylaşmayla “buldumcuk” olsun isterim.

Birey olsun birey, içimizdeki Akdenizli maço sahiplenir zaten, uğruna ölmekten bahsediyorum, ama benden sahiplenme gösterileri, yapmacığı, yalakalığı beklemesin! Ben aldatırsam, “olgun bir suskunlukla” karşılamasın, “erimdir yapar” demesin, ne kimsenin eri olurum, ne komutanı.

Bazen kaçmak istiyorum insanlardan, onların bu gösteriş ve kibir dünyasından. Dedikodusundan, planlarından. Oyunlarından.

Evleneceğim (“kat”lanacağım değil, “ev”leneceğim – nefret ediyorum apartmanlardan), daha doğrusu, birlikte yaşlanacağım, birlikte öleceğim insan da, benimle “kaçmayı” göze alabilmeli.

“Paramızı” bir dilenciyle paylaşabilmeli.

Deli deli olabilmeli.

Allah’ın dağında, kekik kokulu bir çayırında, demli çay içerken, benim kadar keyif alabilmeli hayattan, sadelikten, güzellikten, kimselere gösterme ihtiyacı duymadan.

Ve uzak durmalı, tüm bu saçmalıkların, insan yapaylıklarının tuzaklarından; insana dair ne varsa sevebilmeli de.

Sevmeli beni, benim onu sevdiğim gibi.


(Facebook güzelleri, siz bakmayın canım, ben kıskandığımdan yazıyorum bunları.)

(Evlilik düşmanı gibi mi oldum? Olur mu canım. Neyin düşmanı olduğum gayet net, lakin iyi anlatamamış olabilirim... Tabi ki evlenmek isterim. Tabi ki isterim eve geldiğimde "babaaaa" diyerek kapıyı açan kızımı (kızım da olsun bu arada, Açelya adında, açelya gibi bir kız) kucaklayarak atayım günün yorgunluğunu. Tabi ki Trabzon'un köylerinde, Anadolu'nun köylerinde bir ömür, 70 sene evli ve mutlu yaşayıp, bir kez olsun kalp kırmamış olarak ölen dede-nineler gibi yaşamak isterim. Tabi isterim her kavgada, konudan bağımsız olarak bir tarafın alttan almasıyla, diğer tarafın utanması ve hemen barışılmasıyla, bu alttan alış ve utanmaların karşılıklı dengesinin ve sırasının şaşmamasının, hesabının da tutulmamasının sağlamlığına, doğallığa dayanan bir ilişkiyi. Tabi isterim ekmeğin dışını yiyen ama aslında içinden hoşlanan erkeğin ve içini yiyen ama aslında dışından hoşlanan kadının ilişkisindeki "karşımdaki kırılmasın" düşüncesiyle yıllardır durumun anlaşılamaması ve böyle devam etmesindeki inceliği yaşayabilmeyi. Tabi isterim çok değerli saati olan adamla çok değerli saçları olan kadının hikayesindeki mutlu gözyaşlarını, Noel'de hediye olarak değerli saatim için bir köstek alabilmek uğruna saçlarını kestirip kuaföre satan karıma, saatimi satarak değerli saçları için tarak takımı almış olmayı, ve böyle bir kadını, ve kendimi böyle tabi isterim. Tabi isterim stresin manyağa çevirdiği bu atmosferde yaşamaya mecbur olup, evimde, kendi dünyamda huzur solumayı, bir kadının sağladığı destekle mutsuz olmadan ayakta durmayı, durabilmeyi. Tabi isterim sabah uyandığımda güzel bir yüzü seyretmeyi (evet, köylüyüm, geriyim, bunun için evlenmem gerekiyor, diğer türlü sabah uyandığımda tek hissettiğim yanımda yatanı tekmeleme isteği, bu tarz yaşama ve kendime derin bir nefret, tiksinti ve pişmanlık duygusu) Tabi isterim kendim olmayı, kendimi tamamlamayı, kendim gibi biriyle kendim olmayı, kendim gibi olmayan biriyle onun kendisi olmayı, ikimizin de kendimiz gibi kalıp, kendimize değil birbirimize aşık olmamızı ... Evlilik düşmanı değilmişim değil mi? Ütopik palavracı, hayalperestmişim sadece)

...

26 Mayıs ve Devr-i Sabık

...

“Amerika 1 milyar liralık yardım yaptı. Anlaşma dün imzalandı. 500 milyon Milli Savunmaya, 200 milyon diğer işlere harcanacak. Milli inkılabımızı her vesile ile desteklemekte olduğunu belirten ABD, hükümetimize yardımlarını artırmaktadır.”

5 Temmuz 1960, Hürriyet


Malum, 26 Mayıs bugün. Aslında boşuna karalıyorum bunları. Çoğu yarın gene aynı geyikleri yüzeysel geçecektir. Murat Belge geçen Pazar Taraf’ta güzel bir giriş yaptı Tahkikat Komisyonu’na farklı bir açıdan yaklaşarak. Engin Ardıç da dün pası iyi gördü diyebiliriz. Yarın da güzel bir hafıza tazeleme bekliyoruz demokrat yazarlardan. Boş-beleş takımı bişeyler öğrensin. Asıl seneye kıyamet kopacak bence, 27 Mayıs’ın 50. Yılında (ve de 12 Eylül'ün 30. yılında), kim halkçı, kim kapıkulu, yüz birinci kez tescillenecek.

Lakin bugün bizim (eski ülkücü yeni libo-demo) Mümtaz’er de Zaman’da çok güzel yazmış. Altına imzamı atarım. Hemen Aksiyon’u da aldım tabi. Birkaç çapulcu ve de yeniçeri kalıntısının korku ve tereddüt içinde Büyük Ağabey’in emrini yerine getirişi, bu yerine getirişte de, GK, TSK dahil her türlü “yüce” ve de “büyük” kutsal kurumların kendilerinin de hiyerarşilerini, onurlarını hiçe sayışları; dönemsel tezahürlerin tabu diye ezberlendiği ve hala fikr-i sabit olduğu “bekçisiyiz”ci genç beyinleri tokatlamak isteği hasıl ediyor insanda (özellikle de akıl hocası diye ekranda kendi kendine alkış patlatıp “Ben 27 Mayıs’ım! Ne halkı lan!” diye hönküre(bile)n “Yalçın Küçük’tür ama mide bulandırır” öznesi kişiyi ve hukuk düşmanı kara gözlük Sabih vs. gibileri seçenleri). Bu mevzuyu başka dönemsel olaylara, ideolojilere, kalıplara da indirgeyebiliriz. Atatürk’ün “bile” bir Osmanlı subayı, bir siyasetçi, bir parti başkanı, bir ideolog (zamanın modalarına uygun bir ideolog), bir tarih yazıcısı, bir etimolog, bir cumhurbaşkanı ve bir insan oluşu gibi. (Devamını getirmiyorum.)

Bir iki söz de 28 Şubat mağdurlarına. Nurcular özelinde. 27/28 Nisan’ı, 28 Şubat’ı, 27 Mayıs’ı eleştirirken gözyaşlarıyla kucaklıyorum sizi. Lakin, 12 Mart ve de 12 Eylül’e de eğer yalancıktan bir lanetleme ama sinsi sinsi bir sempatiyle bakıyorsanız, gözümde “üç bizden üç onlardan”cı, Denizler’in idamının parmak kaldırıcısı Morrison Süleyman kadar değeriniz kalır.

Laf aramızda, dindar kesimde sessiz ve derin bir gücün sahibi bir ağbimize (milliyetçi zamanlarımda) sorduğumu hatırlıyorum : “liberalleri kaça satın aldınız”… Cevap vermemişti. Hatta “Cevab Veremedi” de denebilir :) Ben bu fikri ittifağın, demokrasi, hukuk, insan hakları çıkış noktalı vicdani ve dürüst bir duruş birliği olduğuna inanıyorum, mevzunun diğer “yapay düşmanına karşı devletin kucağına oturma” örneklerinden, budalalıktan, devlet tapıcılığından, oportünizmden, kaypaklıktan nefret ettiğim için. Tüm mağdurlar, birleşiniz!

Bir de, DP – CHP gizli anlaşmasından söz edilir (zaten DP de CHP’den doğmuş, tek parti zihniyetinin zilletliklerinden çok şey miras almıştır), demokrasi karşılığında, “devr-i sabık” yaratılmayacaktır. Mağdurların, ezilenlerin sözcülüğü yani.

İntikam falan değil, devr-i sabık istiyoruz. (Lütfen kansız, iç savaşsız, bağırtısız, gürültüsüz) Dediğim, bu cumhuriyet, demokratik hukuk devletine “inkılabıyla”, zengin ve 21. yy.a ait bir ülke olsun. Özgürlük, adalet ve zenginleşme sağlansın, yeni çağ bu sefer kaçırılmasın.

İşte o gün, Gazi’ye de teşekkürü, saygıyı da -her zamanki gibi- borç bilerek (Kemalistlere değil ama), güzel bir ülkede yaşıyor olacağız. Ve buna var gücüyle engel olan tüm paslı çiviler bu 27 Mayıs’ın kalıntılarıdır ve bu yazı da onlara tüm sevgilerimi sunmak ve hizmet arz etmek için yazılmıştır! Çekilin lan yol verin, komutanım geçecek!

Dalgınlığıma verin, biraz karışığım bu ara.

...

(bonus okuma : http://www.stargazete.com/gazete/yazar/yagmur-atsiz/batan-geminin-mallari--190837.htm

http://dusunceler.org/2009/05/26/bir-daha-asla/)

Pazartesi, Mayıs 25

Bazen...

...

Bazen, kocasının emeğiyle, bir ev sahibi olmuş / olabilmiş, hayatı boyunca para kazanmamış, annelik ve kadınlık güdülerinden başka bir paradigması olmadan, biri başarılı mühendis, biri öğretmen iki çocuk yetiştirmiş / evlendirmiş, komşu yaşlı teyzenin; kadınlara özgü kompleks ve karşılaştırma içgüdüsüyle, anneme eski işimdeki maaşımı sorup, iki bin cevabını aldığında, asgari ücretin dört yüz olduğu bir ülkede, küçümsemeyle acıyarak üzülme arası bir bakışla, "Aman! Polis maaşı..." deyişindeki fotoğraf karesini aklıma getiriyorum.

Bazen, ciğeri beş para etmez kıro patronun az evvel kendisi gibi kıro misafirleriyle birlikte içeri girdiği kapının eşiğinde, çay getiren, o işyerinde onun yaşı kadar geçmişi olan çaycı teyzenin elinden, kalkan kaşlar ve "hıh" alışıyla tepsiyi alan ve içeri servis eden kikirik sekreterin hazin manzarasına şahit oluşumu hatırlıyorum.

Bazen, erkek kardeşim onun için ağlarken, sözde kararsızlık buhranları geçirip, arkadaş-sevgili salınımında çocuğun canına okuyan, duyarsızlığın, bencilliğin kitabını yazan, rekorunu kıran, göstermelikle yapmacıkla aklınca oğlanı 14. sıradan yedeğe yazan, sonra nihayet çocukçağızın "neyse siktir et"mesiyle, ilgisi azalınca aklı başına geliveren, sonra da 'empati'den falan bahseden, bahsedebilen kız çocuğunu anımsıyorum.

Bazen, Ostim'deki yüzü gözü kir-pas içindeki "tamirci çırak"larının arasından geçe geçe, Procter & Gamble Ankara Bölge Müdürlüğü'ndeki sınava gidişim (evet büyük firmaların sınavlarına girip, cici okullarda okumuş dangozları eleyip, sonraki sikimtrak aşamalardan birinde elenmek gibi bir huyum vardır), sınavda maalesef aynı havayı soluduğum, hepsi ODTÜ'lü, ben ne muhteşemim, lanet olsun hayat güzel adamım, harika yaratıklarız bakışlı, şu hayatta hiçbir derdi tasası olmamış, yüzeyselliklerinin ardında trajedi ve dramlar yatan, ince hesapların boş beleş kız çocukları ve onların concon konuşmaları arasında, çaktırmadığım bir acıma ile onları kafaya alışım aklıma geliyor.

Bazen, NTV Seçim Otobüsü'nde, "Buralar hep asfalt olsa, herkesin altında Ferrari olsa, yine benim için kıymeti yok, onur yok, şeref yok..." gibi Genç Nihat lafları edip alenen darbe isteyen, ordu el koysun daha iyi falan diyen, diyebilen, tahminimce eve gidince ekrandan kendini izleyip otuzbir çekmiş olan pis suratlı üniversite bebesi öyle canlanıveriyor.

...

Bazen diyorum ki, bu 70 milyonluk güzel ülke, bu zengin topraklarda, böyle beşinci sınıf bir ortadoğu ülkesi gibi, geri zekalıca yönetilmeye mahkumdur ve müstehaktır ve beter olsunlardır ve sen de işte kendi derdine yan, siktir et, -her iki anlamda da- fütursuzca vur malın gözüne, keyfine bak, işine bak, zengin olmaya, "onların gözünde" güçlü olmaya bak!

Lakin, bu gemide hep beraberiz ve benim çocuklarım da olacak ve Allah'tan, işte o "bazen", "her zaman"a tekabül etmiyor.

...

Pazar, Mayıs 24

Cam Kırıkları

...

http://www.taraf.com.tr/makale/5676.htm (24.05.2009 - Ahmet Altan, "Hayal ve Sıpa")

...

Ben de böyle hayaller kurabiliyordum bir zamanlar.

(Hayalperestlik diye "suçlanan" buydu işte, bu kadardı. Bunlardı hayattan istediğim.)

İçimde kocaman bir deniz varken.

Eh, bir Akdeniz olmasa da, bir Marmara'dan, bir Karadeniz'den temiz bir deniz.

Hedonizmin yapay cennetlerini keşfetmeden önceki zamanlardı.

Anlık keyiflerin, zevklerin, şehvetlerin, sarılmış düşlerin, içilmiş hayallerin, çekilmiş güzelliklerin, görülmüş halüsinasyonların, işitilmiş bangırtıların... sallantılı, korkunç, öldürücü sabahlarından önceydi.

Sen, benim kötü bir yaşam tarzından kurtuluşum için tertemiz bir reçeteydin, bir istifa vesikası, bir zırh.

Biliçaltıma bakarsan bu böyle.

Kalbime bakarsan, kopkoyu bir aşk, ansızın çıkıveren bir aşk, hayatın lütfu bir aşk, varlığından insan olduğumu anladığım, bu anlamaya da her zamankinden çok ihtiyaç duyduğum bir aşk.

O az kirli denizde sen vardın.

'Mutlu bir hayatın yaşanabileceği tek ada'ydın.


Ve sen, yoktun.

Yoksun.

Olmadın.


Şimdi içimde cam kırıkları, moloz yığınları var.

Geleceğimi(zi)n inşa edilemeden yıkılmış hayal inşaatlarının kalıntıları.


Şimdi pat diye, karşıma çıkıyorsun.

Doğanın başa çıkamadığı, hazmedemediği tek şey, insan kalıntılarıdır.

Tek başıma hayaller kurdum yıllar önce, tek başıma sevdim.

Ve tek başıma kaldım.

Kalıntıları temizlemeye yine tek başıma gücüm yeter mi, bilmiyorum.

Bu temizliğin ardında düşsel bir gelecek olsa da...

Yine tek başıma denemek istiyorum.

Ve eğer varsan, asıl ben seni bekliyorum.



"çocuktum, muhabbet kuşum vardı, adı 'yeşim'di"


Bamya - Patlıcan Meselesi

...

Sınıra gömdüğü mayınları sökemeyen ordu, İsrail'e söktürecekmiş, arazi de İsrail'e peşkeş çekilecekmiş.

Vatan millet sakarya'cılara duyurulur.

Muhteşem Tanımlama

...

Ne güzel tanımlamış Gökhan Özgün temel çatışmayı, "demokrasiye ihtiyacı olanlar" - "demokrasiye ihtiyacı olmayanlar" ...

Bu kadar basit işte.

Gerisini demokrasiye ihtiyacı olmayanların yalanlarını, simgelerini, putlarını gerek çıkar icabı gerek samimi -safça- bağrış çağrış koruyan (!), hakaret eden, saldıran, entelektel açıdan zavallı, "bekçisiyiz"ci kesimler düşünsün.

http://seviyesizsiyaset.wordpress.com/2009/05/23/turkan-ve-hayrunnisa-ve-ask-ve-ihanet-ve-intikam/

Budur.

Cuma, Mayıs 22

Sağlı Sollu Ataklar...

Sağ - sol kategorizasyonuna oldum olası ifrit olurum.

Saflar / tanımlar / olaylar / dönemler / düşünceler hep yer değiştirirken bu dangoz sınıflandırmanın kafalarda yeri sabittir.

80 öncesi ikiye bölünmüşlükte de, Türkçüsü / milliyetçisi / dindarı / şeriatçısı / liberali / devletçisi "sağcı"da birleşiyor, 50 çeşit fraksiyon kısaca kendine "solcu" diyor (birbirlerini de öldürüyorlardı) solla zerre alakası olmayanlar da kendini bu kategoriye dahil ediyorlardı.

Kavram karışıklığından başka bişey değil.

Düşünceni adam gibi ifade et, ne giriyorsun çerçeveye.

İlla bir kalıba girecek. bilmemneist, bilmemneci olmazsa kendini "çağdaş" (20.yy) hissetmez.

21. yy.dayız tosun!

Neyse, hep Polat'ın "ihtiyarlar"ı mı denge güdecek.

Ben de şuraya üç yazı linki vereyim, biri solcularla dalga geçen geyik dozu yüksek bir yazı, diğeri solculukla kemalizm bağlarının ciddi köken analizi, öbürü de ekşisözlükten sağcı eleştirisi.

Buyrunuz:

http://madafakabasmaz.blogspot.com/2009/05/solcular-neden-hippi-tuvalet-arastrmas.html

http://solcuparti.blogspot.com/2008/01/kemalizm-stalinizm-ve-trk-solu.html

http://sozluk.sourtimes.org/ (başlık : kafa siken sağcı zırvaları)

Modern...

Yahudileri, çingeneleri, komünistleri soykıran Nazizm.

Liderine tapınan, muhaliflerini katleden Faşizm.

Bambaşka idealarla yola çıkıp, aynı diktatör boka dönüşen, kitle katili Komünizm.

Açlıktan öldüren Sosyalizm.

İnsanı tutsak eden Totaliterizm.

Sikinin keyfine göre ülke işgal eden Emperyalizm.

Hayatı yaşanmaz kıran, lanet ettiren, gayrı adil, vahşi Kapitalizm.

Kendine özgür, kendine demokrat, riyakar, ikiyüzlü, maddeci Liberalizm.


Dünya savaşı, soğuk savaş, terör, soykırım, nükleer tehdit, silahlanma, açlık, küresel ısınma...

Altın yıllarını yaşayan ırkçılık, zirve yapan milliyetçilik.

Kan, ölüm, şiddet.

Tapındığınız "modern", tapındığınız 20. yüzyıl.

21. yüzyıla, özgürlük, barış ve refah bakiye kalmalı (idi).

"İnsan" yegane bakiye, iradesiyle köpekten aşağı, melekten yukarı olabilen, sanatı, bilimi yaratabilen, ve birbirinin boynunu vurabilen insan.

Sadece insani yönleri ile, bakiye kalmalı (idi).

Bokluklarını özetlemeye çalıştığım 20.yy. ideolojilerinden ısrarla beklediğiniz birini ("bizimkini") buraya yazmadım (bkz. götümüze girecek entryler) ama alakalı olaraktan buyurunuz:

Bonus Okuma : http://seviyesizsiyaset.wordpress.com/2009/05/22/carsaf/


İnanç Sancısı 2 : İki Rüya...

İzmir'de, Buca İktisat/Hukuk kampüsünün canlı Dokuzçeşmeler tarafına değil öteki (Hasanağa Bahçesi de değil) tarafa açılan kapısının karşısında bir cafe vardı. (Yok, tabu falan oynadığımız yer değil, onun yanındaki) Beyaz boyası, müşterisizliği, sadeliği ve bakımsızlığıyla cafe'den çok boşaltılmış bir inşaat malzemesi dükkanını andırıyordu. Bir kere aceleyle köfte yeyip çıkmıştım - Eminem / Stan çalıyordu, hava yağmurluydu - daha da uğramadım.

Yıllar sonra bir rüya. Mekanın avlusundaki asmanın altında, masada, annem, babam, kardeşlerim - mutlu bir aile tablosu. Ben yokum, ama onları görüyorum. Mekan boş, ben camdan onları seyrediyorum. Birden kapıya bakıyorum içerden, kaldırımın kenarında üç aslan, bir erkek, bir dişi, bir de yavru. Kapıya yaklaşıyorum inanamadığım için. Kapı açık, bu sefer tek erkek aslan var, içeri girdi girecek! Kapıyı kapatmaya uğraşıyorum, kapatamıyorum. Birden, rüzgar mı, ruhsal bişey mi, kapıdan içeri yüzüme, göğsüme esiyor, beni geri ittiriyor ve aslan koşuyor içeri, üzerime, tam atlıyor, yüzüme, kalbimde keskin bir korkuyla uyanıyorum.

Geçen seneydi, Ankara'da çalıştığım işyerinde, çok sevdiğim, saydığım bir arkadaşıma anlattım. "Siz gelecekte para ve iktidar açısından çok güçlü biri olacaksınız Serkan bey" dedi.

Uyandığımda bile gözümün önünde uzun süre canlı kalan Resulullah mührünü ve anlayamadığım eski Türkçe (veya Arapça) yazıları anlatmamıştım.

Herhalde, gökkuşağının 7 rengini sırayla aklımdan geçirip, "zihnimin derinliklerine" 21 basamakta indiğimi, kapıyı açıp zihnime girdiğimi hayal edip, tavlamak istediğim hatunla 'etkileşip' uykuya daldığımda, rüyamda daha güzel bir başkasını (tanıdıklardan) kucağımda görüp, titreyerek uyanıp, gözümde canlanan üç boyutlu anlamsız şekillerin ve boşlukların içinde kaybolduğum anlamsız bilinçaltı rüyadan farklı bir rüyaydı.

Dağlardayım. Yükseklerde, uçurum gibi biryer. Aşağıda, üç güvercine pusu kurmuş üç kurt. Fotoğraf çekmek için telefonuma davranıyor, neden sonra vazgeçip, bir kulübeden onları izlemeye koyuluyorum. Heyecanlıyım. Aşağıdaki filmde, üç yaşlı kadın gelip kuşları kurtarıyor, bu sefer kuşlar kendi aralarında kavga ediyordu. Sonra kurtları yanımda buldum. Ne zaman yukarıya, kulübeye çıktılar? Eski püskü yorganı kaldırdım, biri arka ayakları üstünde ayağa kalktı, benden uzundu, dişlerini yorgana geçirdi, diğeri bacağımdan yakaladı, tenimde dişlerini hissettim, ama zerre korku yoktu. Gri ve kocamanlardı.

Bu da dün geceydi, anneme sordum, bilmiyorum dedi. Belki de kötü birşeydir, söylemek istememiştir. Zaten her seferinde "uyarı" der.

İnanç sancısı bu rüyaları iplemek / iplememek ikilemi olsa gerek. İplemeyen biriysen, görmezsin zaten. Oysa ben görmek istiyorum, ancak, inancımı (belki inançsızlığımı), paylaştıkça, anlattıkça, tartışmaya açtıkça, siyasallaştırdıkça (yada işin içine bilgiyi / sorguyu / başka insanları katınca), "büyü bozuluyor" - sanırım bunu kaybetmeye doğru gidiyorum. 'Kalp gözüm' kapandıkça, bu istem dışı şeylerden uzaklaştıkça, bilgisiz, sorgusuz, mantıksız bu duygudan, görsel/düşsel dünyadan uzaklaştıkça, "yaşamı belirleyen bilinç"ten, "bilinci belirleyen yaşam"a, maneviden maddiye sürükleneceğim belki de.

Böyle şeylerden nasibi olmayanlar gibi, ben de herşeyi bilinç altıma, kendime, insana, bilgiye yıkıp, hayatımı/tarihi inancıma göre değil, inancımı hayatıma/tarihe, insana göre şekillendireceğim.

Yazık. Bir inanç sancısı bile yaşayamadan. Yada inanç sancısının kendisi olarak, bu lütufa şükretmeden, bilincine var(a)madan.

Materyalist anlamsızlık ve soğuk tartışmalar, beni bu sancıdan mahrum bırakacak.

Oysa ben rüya görmek istiyorum.

Rüya duymak, rüya koklamak, rüya hissetmek, rüya (gibi) yaşamak istiyorum.

Çünkü yolunu katı bilinçle yada saf olmayan / saptırılmış inançlarla bulmuş liderlerin - insanların yarattığı dünyayı bilincimle anlamaya çalışıyorum, tek gördüğüm, tarihin kanla yazıldığı.

Perşembe, Mayıs 21

Ustaaa Ne İş?!



'Kurtlar Vadisi fenomeni' filan tamam da...


"Terörle mücadele kapsamında İçişleri Bakanlığı'na bağlı Kamu Düzeni ve Güvenliği Teşkilatı kuruluyor. Bakan Beşir Atalay'ın yaptığı açıklamaya göre..."


Oha yani.


6 yıldır ilk kez "E Oha" dedim.


Aga, diziyi izleyip ona göre mi yönetiyorsunuz ülkeyi, yoksa diziyle devletin piarını mı yapıyosunuz, halkı mı bilgilendiriyosunuz...



(Dizide de bu müsteşarlık birkaç bölüm önce kurulmuştu, başına Ergenekoncu İskender "Büyük" getirilmişti. Polat devlet büyüklerinin götünü kurtarmaya uğraştıkça onlar onu dışlıyor, kendilerini düdükleyecek olan İskender'i yükseltiyorlar, falan.)

ABD'ye yerleşmeye giderken 11 Eylül'e denk gelip "vatan"a geri dönen Polat, KV dizisinden sonra KV Irak'ı çekip, Amerika'dan (çuval olayı) intikamımızı almış, yaptığı gişeyle de Amerikalıları kaygılandırmıştı.


Kurtlar Vadisi Terör'ün bir bölümden fazlasına da "ihtiyarlar" izin vermemişti hatırladığım kadarıyla. Denge gütmüşlerdir.


Şimdi de "...orduyla yargı yeter" falan diye gayet güzel laf sokuluyor bakıyorum.


Bu kadar gerçekle iç içelik...


Hey yavrum hey. Severek izliyoruz.


Bu yazdıklarımı da onursuz Yarbay Kenan okuyup fişliyordur beni şimdi. Derin Kebap İskender'e arz-ı hürmet ederim.


Dizi lan bu.


Resmen "football is never only football" oldu.


Hem izliyor hem yaşıyoruz, hem yaşıyor hem izliyoruz.


Kar'daki Serhat Şehir Gazetesi gibi bazen yaşamadan önce canlı canlı izliyoruz.


...


Polat lan, milli geliri kelle başı 30.000 dolar yap, bizi özgürleştir, barış içinde yaşat, demokratik hukuk devletini getir, Batı Avrupa'dakiler gibi sosyal güvencemiz olsun, köpeğin olurum valla...


Bor, toryum, neptünyum falan da istemiyorum. Amerikan şirketinde sağlam sakallı işe razıyım.


Bu uğurda Hitman Kazım'ın yanına yancı yazılmaya bile varım.


Bu vatana Shere Khan'lar gerek, ki ustasıyım vatan sevmenin, hastasıyım bakışlarının, aslan Polat!

Çarşamba, Mayıs 20

Multiple Orgasm

Kendine demokratlık falan değil.

Ev kadını oldukları iddiasındakiler, "genelevkadınıyız" diye haykıramıyorlar.
Taraftarları bilmiyor, kendi namus anlayışlarına göre namussuz olduklarını (namussuz olan sadece öteki, kendileri dışındaki herkes). Halbuki, "Biz oportünistiz!" deseler, rahatlayacaklar. Çünkü itiraf, rahatlatır.

Tecavüzden keyif alıyorlar. Yeter ki, diğerine de tecavüz edilsin. Sırayla. Hak geçmesin.

...

"Passive" cümleler kuracağım. Etken'i, Özne'yi siz koyarsınız.

"Din, iman, vatan" diye dindarlar, özerklik sözüyle Kürtler bağımsızlık için savaşmaya ikna edildi. Onurla, şerefle, şanla... Öldüler. Gavur tepelediler. Düşman, gitti. Vatan, kurtuldu.

Dindarlar İstiklal Mahkemelerinde yargılanıp ölmekle, baskıyla, dinlerinin dışlanmasıyla, Kürtler de üniter devletin dayatmalarıyla ödüllendirildi.

Sol ve işçi hareketleri, İTC ve tek parti dönemlerinde törpülendi, grev yasaktı, yasağı kaldıran DP komünistlikle (dönemin popüler hakareti) suçlandı. Resmi sözcü Cumhuriyet'te "amele hakları" ile dalga geçildi. (Kürtler'e yamyam diyen, Dersim katliamını coşkuyla veren, patronu 1933'te Hitler'in doğum gününü kutlamaya giden gazete)

1915'te Ermeniler katledildi.

1938'de Dersim isyanı çok kanlı bir şekilde bastırıldı.

1955'te Rumlar'a girişildi.

1960'ta sağcı başbakan ve iki bakanı asıldı.

1971'de solcu gençler öldürüldü, üç öğrenci lideri asıldı.

1980'de sol yok edildi.

1997'de dindarlar silkelendi.

2007'de dindarlara yeniden kaş çatıldı.

Bu süreçte mağdurların yaptıklarına bakalım,

Kürtler, kendilerini ezen Türk milliyetçiliğini taklit etmekteler.

Dindarlar, Ermenilerden hazzetmiyorlar (asıl Ermeniler Türkleri katletmiş)

Sol, 60 darbesini sokaklarda kutladı.

Sağcılar, 71'de solcuların asılması için el kaldırdılar (3 bizden 3 onlardan şarkıları söyleyerek)

Sağcılar ile solcular, birbirlerini öldürdüler.

Sağcılar (dinsiz) aydın yakıp, işaretlenmiş evlere girdiler.

Solcular fraksiyonlara ayrılıp birbirlerini öldürdüler.

Solcular, 60, 97 ve 2007'ye sempatiyle bakıyorlar, 71 ve 80'e kızıyorlar.

Herbiri, birbirine karşı, onları mağdur edenin kucağına oturmaya hazır.

Siyasi tarihimiz, otoriter vesayetin, itaatin, öğrenilmiş çaresizliğin, Stockholm sendromunun, resmi ideolojinin, çıkar ilişkilerinin, iki yüzlülüğün, devletçiliğin, oportünizmin, pragmatizmin tarihi.

Mağdur edene karşı dik durabilmenin, en azından demokrat bir duruşta buluşabilmenin derdinde değil hiçbiri.

Kendine demokratlık falan değil.

Ev kadını oldukları iddiasındakiler, "genelevkadınıyız" diye haykıramıyorlar.

Taraftarları bilmiyor, kendi namus anlayışlarına göre namussuz olduklarını, (namussuz olan sadece öteki, kendileri dışındaki herkes). Halbuki, "Biz oportünistiz!" deseler, rahatlayacaklar. Çünkü itiraf, rahatlatır.

Tecavüzden keyif alıyorlar. Yeter ki, diğerine de tecavüz edilsin. Sırayla. Hak geçmesin.

Ne de olsa her seferinde tecavüze uğrayan bizim geleceğimiz,
yolunu bu düzenden bulamamış olanların geleceği.

TÜRKÜM

Türküm.
Japonya'daydım. Onlar kadar ben de Asyalıyım.
Dilim Korelilerin akrabası.
Soyadım Arapça. Nitelendiren demek.
Yengem Abdülaziz'in, babam Mustafa Kemal'in halasının torunu.
Selamünaleyküm dedim Kahire'de.
Benim gibi Hacı torunlarıyla karşılaştığımda.
Balkanlar anamın, babamın doğduğu topraklar -
Baba tarafından Filibeli, annemden Ustrumcalıyım.
Kırım'dan sülalece sürülmüşler, orada hemşerilerim var.
Boston'da doğdum, beyzbol oynadım, severim.
Kilisede şarkı söyledim, havrada ayine katıldım.
Küba'da beni kardeş ilan ettiler.
Havana'da Atatürk heykeli var, "Sen bizdensin,
anti-emperyalistsin," dediler.
Yahudi, zenci, İskandinav, Katolik akrabalarımla buluştum
geçen sene San Francisco'da Şükran Günü'nde.
Din, ideoloji, ırk, gözetmez Uluslararası Af Örgütü.
Onlarla çalıştım herhangi bir dünya vatandaşı gibi.
Geçenlerde Kazakistan'da buldular. Adı Niyazi.
DNA'sına... göre Avrupalılar da, Amerikalılar da
soyundan türemiş.

Artık kesinleşti.
Afrika'dan yola çıkmış 50.000 yıl önce birkaç bin kişi.
Onlar hepimizin atası.

Dünya vatandaşı olmak çoğumuza ürkütücü.
Bana acı, gülünç gelen ise şu -
Ben Türküm ya,
Türklüğümden şüpheye düşenler.

Gündüz Vassaf

Tanrı Nerede?

Çok sorulmuş bir sorudur: Auschwitz'de Tanrı neredeydi?

Şimdi Papa On Altıncı Benedictus Hazretleri de sorunca soru kıymete bindi, iyice çarpıcılık kazandı... Öyle ya, Tanrı'nın altı milyon insan gaddarca öldürülürken nerede olduğunu koskoca Papa bilmezse kim bilecekti?

Kendisini Frankfurt Havaalanı'na karşılamaya gelenlerin günahlarını yolcu salonunda ya da apronda bağışlama yetkisi bulunan adam, pardon, adam değil, herhangi günahkar bir kardinalken diğer kardinaller tarafından papalığa seçilince birdenbire 'yanılmazlık' kazanan yüce varlık mı soruyordu bunu? Hani şu, erkek olup olmadığını kesinlikle anlamak için seçildikten sonra diğer kardinaller tarafından taşakları okkalanan Tanrı temsilcisi?

Primo Levi de, oradan kurtulduktan sonra, geri kalan hayatı boyunca iki şeye hiç dayanamıyordu... Bir, sofrada çorba görmeye... İki, kendisine Tanrı'dan sözedilmesine...
('Auschwitz neresi, Primo Levi kim?' diye soranlar yazının sonrasını okumasalar da olur.)

Evet, niçin Tanrı 'müdahale' etmemişti, meseleye el koymamıştı, SS subaylarına ve neferlerine 'şöyle elinin tersiyle iki tane çarpmamıştı', bu insanların akıl almaz eziyetler ve işkenceler içinde süründürülmesine, katledilmesine göz yummuştu?

Toplama kampına düşmüş 'mütedeyyin' Yahudiler de anlayamıyorlardı bunu, niçin bizi kurtarmıyor diye merak ediyorlardı ölürken...

Oysa onları süründüren Alman askerlerinin palaska tokalarında da 'Gott mit uns' yazardı ha, Tanrı bizimledir! (Bende bir tane var, Varşova'da yaşlı bir Polonyalı'dan yirmi dolara aldım. 'Bu herifi sen kendin mi geberttin?' dedim, güldü, yanıt vermedi.)

Tanrı'yı 'bulutlar üzerinde oturup aşağıyı seyreden ve canı isteyince duanızı kabul edip tarlanıza yağmur yağdıran ak sakallı bir ihtiyar' olarak algılayan zavallılar, bu soruyu hep soracaklardır...

Türkler İstanbul'u alırken neredeydi Tanrı? Peki, buna ses çıkarmayan Tanrı bu kez Viyana'da niçin bize yüz vermemişti acaba?

Tanrı'yı arabanızın freni patladığı zaman hatırlıyorsanız, çok büyük bir ihtimalle o freni onarmayacaktır.

Bendenizin tariki, Muhyiddin-i Arabi Hazretleri'nin tarikidir efendim.

Bizim felsefemize göre, Tanrı belli hiçbir 'yerde' değildir, heryerde ve herşeydedir. Tanrı BİR ve TEK'tir, heryer ve herşey de bir ve tektir. Bir kum tanesi benim hem parçam, hem de kardeşimdir.

Fizik yasaları Tanrı'nın emirleridir. Matematik, Tanrı'nın yazdığı şiirdir.

'Sureti', sen baktığın zaman ete kemiğe bürünür, pardon, yani proton ve elektron kılığına girer.

Görüntüyü sen yaratırsın, bu bir yanılgıdır, asıl Yaratan hep o perdenin arkasındadır. Onu göremezsin, bir yerde ararsan bulamazsın, çünkü aynı zamanda senin içindedir. Hem içinde, hem dışında.

En el Haqq... En el Adolf Hitler... En el Recep Tayyip Erdoğan...

'Je suis la plaie et le couteau' diyordu büyük şair Charles Baudelaire... Ben hem yarayım hem bıçak!

Tanrı, ateşler ve dumanlar çıkararak dağların tepelerine inmez, 'komşunun karısına sulanmak yasaktır' gibi süfli emirler yağdırmaz, Filistinli körpe Yahudi kızlarını hamile bırakmaz, elinde gönye ve pergel taşımaz, savaşlara, maçlara, tartışmalı pozisyonlara ve hakem hatalarına da karışmaz.

Eğer Auschwitz varsa, bunun iki açıklaması olabilir: Ya bunun bizim aklımızın ermediği bir anlamı vardır, ya da hiçbir anlamı yoktur.

Bir anlamı varsa, ağlamak abestir. Katlanacaksın. Bir anlamı yoksa, enayilik edip Yahudi tarafında değil uyanıklık edip Alman tarafında bulunmakta fayda mülahaza edeceksin!...

Dostoyevski 1881 yılında 'eğer Tanrı yoksa herşey mubahtır' demişti ve insanoğlu yüz yirmi beş yıldır bu felsefe sorusunu aşamadı bir türlü...

Auschwitz'de Tanrı nerede miydi?

Hem üç aylık Yahudi bebesinin patiğinde, hem Zyklon-B gazının kutusunda...

Engin Ardıç

İnanç Sancısı...

Bir yazı okudum lakırdı'da. "Gardrop" başlıklı. Buraya almayacağım.

Ateist, agnostik, hıristiyan arkadaşlarım darılmasınlar. "İnanç Sancısı" onlara bir saldırı, bir dışlama, bir tartışma niteliği taşımıyor. Argüman falan sunmuyorum. Dini konularda tartışacak dini / felsefi / tarihsel / antropolojik birikimim yok benim. Mevzu kendimle ilgili zaten.

En yobaz zamanımda bile (kanıyla bayrak çizen) ben, faşist/ırkçı arkadaşlarıma "benim en iyi iki arkadaşımın biri kürt, biri ermeni", kürtleri yok etmekten falan bahsedene "bütün gücümle karşında olurum", kendisinden başkasını hor görene "sizin gay veya ateist tanıdığınız hiç olmadı mı? ben onları çok severim. ilginçtir, gay tanıdıklarım hem ince, kibar hem de tasarım yetenekli, yaratıcı kimseler olmuştur hep. ateistler de istisnasız dikkat çekici derecede iyi insanlar oluyorlar." diyen bir çocuktum. Garip bir şekilde, aval aval bakarlardı, itiraz falan etmezlerdi. Benim fikirsel "sağlamlığıma" olan kesin inançlarından heralde. Bunları vizyonumun genişliğini göstermek yada dikkat çekmek için söylediğimi düşünmüş de olabilirler, aynı bokun yolcusu olduğuma -onları kavgalarda hiç satmadığım için- eminlerdi, o halde bunlar "zararsız" çıkışlardı.

Fikir sancısı güzeldir. Okumak, aramak, öğrenmek, bilgi denizlerinde boğulmak, tarih okyanusuna açılmak. Belli bir ideolojinin literatürüne girseniz dahi, kazanacağınız çok şey vardır, o klişeler, o jargonlar bile insana en azından bir bakış açısı, bir üslup kazandırır. Hele bağımsız olursanız... O kadar çok konu var ki, hepsi birbirine açılan.

Ama inanç sancısı, başka.

Tabi her insanın kendi değer yargıları var. Asla kimseyi yargılamıyorum. Dedim ya bunlar kendimle alakalı.

Zannımca inanç, başka kapsamda değerlendirilmeli ve kişisel bir tercih olarak bireysel hak ve özgürlükler bağlamında ele alınmalı. Tabi ki şiddet sarmalında din/modernite tartışması yapılabilir, ancak bence inanç, kul ile tanrısı arasında, fikirden, ideolojiden, bağımsız, bambaşka birşey. Bunun psikolojik, tarihsel, antropolojik, felsefi, inançsal vs. kökeni, etkileri, sonuçları vs. üzerine konuşmaya yetkin değilim, elbette her konu tartışılabilir. Ama benim -benim gibi düşünmeyenleri dışlamak istemediğim için- bir türlü toparlayamadığım konu, başka.

Efendim, BENCE, dedim ya fikir sancısı ile inanç sancısını farklı ele almalı. İnanç (bireyin inanç sancısı, inanç tercihi, inanç sorgusu) meselesine bireysel ve özgürlükçü bir bakışla (bireyle ilgili herşeye baktığımız gibi) bakarak, biraz da olsa nefes almasına müsaade ederek, fikirsel tartışmadan bağımsız, şahsi mütalaayla, muhakemeyle yaklaşmalıyız.

Tabi ki, dini aşağılayabilirsiniz. Toplumsallığı, pratiği, tarihiyle, çok kolaydır bu. (Ama dinden önce inanç gelir ve bu, başka birşeydir)

Diyelim, müslümansınız.

Biraz vizyonunuzu geniş tutup, dünya coğrafyasına, dinlerin dağılımına, dinlere, toplumlara baksanız, kalıplarınızdan, pratiklerinizden farklı noktalara gidersiniz. Şiddet üzerine, kadının yeri üzerine tarihsel gerçeklerle, karşılaştırmalarla düşünseniz, kötü sonuçlara varırsınız. Tarihsel süreç bile tek başına size, "insanlık tarihinde tek tanrılı dinler henüz çok yeni" dedirtebilir. (İnsanın kadir-i mutlak / yaratıcı olduğundan hareketle, dinsellikteki nesneyi özne yapan bir bakışla) İnancın kendi öğretisinden (tüme varmadan) yola çıkmadan, tarih - toplum - felsefe ... -> insan bağlamında inancı ele alırsanız (tümden gelirseniz), kendinizi / inanç ve pratiğinizi küçük bir noktaya hapsolmuş görebilirsiniz.

Bunlara islamın son ve orijinal din olduğu iddiası, tarih, evrenin dengesi / gerçekleri, metafizik, görecelik, kuantum, sonsuzluk, kur'an'ın kapsayıcılığı vs. karşı tezler öne sürebilir, ama yine birşey ispatlamış olmayabilirsiniz. Her zaman argümanlar vardır, dine bilimsel bakıldığında. Çünkü sosyolojizmin, historizmin, natüralizmin zindanından bilgiyle kurtulabilir insan. Benliğinin zindanındansa inanç ve aşk ile. Meselenin temel ikilemini Ali Şeriati Marx'ın Alman İdeolojisi ile cebelleşirken ortaya koymuş olabilir (henüz ikisini de okumadım).

Sonuçta durumunuz, "yaşamı belirleyen bilinç" ile "bilinci belirleyen yaşam" arasındaki kabulünüzle ilgilidir. Bunu "inanç" ve "bilgi" diye de niteleyebiliriz. Ki elbette, dünyayı bilgiyle algılıyoruz. Ancak insanın idrakinin bir noktadan sonrasına yetmemesi, ölümün kesinliği ve hayata getirdiği anlamsızlık, "imtihan"ın temelinde yatan bu tercihte önemli bir rol oynuyor ki, tarihte en önemli sosyolojik olgulardan/realitelerden biri, din oldu. Bunun uygulamasını, her türlü eleştirirsiniz, dinin kendisini de eleştirirsiniz. Ama kendinizle başbaşa kaldığınızda, "bilgi"den uzakta, inançla ilgili tecrübeye bakmaktan bahsetmeye çalışıyorum ben bir saattir.

Annemin çocukluğumda attığı o inanç kırıntıları, yada "yaratılışımdan gelen" o kırıntıları canlandırması, benim fikir sancısından ayrı bir inanç sancısı yaşamamın da temeli. (Hindistan'da doğsaydın Hindu olacaktın tartışmasına girmeden değerlendirilmeli)

Bu, duygusal bir yön. İnanç, fikirden başka birşey. Bireysel, kişisel boyutta. Acayip bir motivasyon, temel bir güdü.

Bana lakırdı'daki yazıya şu yorumu yaptıran şey,

"of of.. o kadar haklısınız ki. “allahsız müslümanlık”ı okumuş gibi oldum. yada bursa ziyaretinde ulucami’de, muradiye türbesinde, çok sevdiği istanbul’da eyüp sultan’da, yeni cami’de vakit namazı kılarken ağlayan, eve döndüğünde hiçbir şey olmamış gibi ikiyüzlü yaşamına devam eden birinin tattığı kendiyle suç ortaklığı ve suskunluk psikolojisini hatırladım. umreden müthiş coşkularla dönen, akşamına bira bardağında eski günlerini bulan, tövbe ede/boza, kadınlarda kendini arayan birinin kızarıp kızarıp arsızlaşmaktan yüzsüzleşen yüzünü gördüm. inanmakla bilmek arasında bocalayan, imanla şüphe arasında saçmalayan, özgürleşeceğim diye benliğine hapsolan, ikilemlerde, çelişkilerde sürünen birini tanıdım.

kendimi okudum hocam."

Bu yazıda anlatmak istediğimi anlatamadım sanırım. Belki de saçmaladım, ilk defa oluyor bu. İlk defa bu kadar dağıtıyorum. Dedim ya mevzu kişisel.

Belki bazı soruların cevaplarını hiç bulamayacağım. Bu da, inanmak/inanmamak ikileminin temeli belki de, bir kesimin inancına göre, "imtihan"ın, yani dünya hayatının yegane anlamının, temeli.

İşte dışlayıcılık da var ama bu satırlarda. Sadece soruyorum, yetiştirildiğin koşulların, sana bağlı olmayan şartların, inancında, pratiğinde, yeri nedir? İmtihansa, imtihanda yeri nedir? Filistin gerillasını korkusuzca ölüme gönderenle, ateist Vietnamlı'yı, şintoist Japon'u yine korkusuzca ölüme gönderen aynı şey midir? Bu aynı şeyin farklı ifadesinden ibaret midir din/inanç? Yoksa herşeyin temeli, kaynağı onda mı saklıdır... Sosyolojik bir olgudan mı ibarettir, anlamı mıdır yoksa evrenin...

İşte bu sorgulama, dine karşı argümanlar, son tahlilde benim o bahsettiğim kırıntılar yüzünden ağlayabilmemi engellemiyor. Engellemesini istemiyorum belki. Bütün mesele bu isteme/me meselesi olabilir mi?

Bu sorular daha hiçbir şey.

Ama sanırım bu açıkyüreklilik de, her kesimdeki çoğunluk gibi riyakar, over-confident, önyargılı, dışlayıcı, bağnaz olmaktan beni koruyor ve sadece bu bile, anlamlı.

Velhasıl, nasıl fikir sancısı çekiyorsam, kafam karışıksa, inanç sancısı da çekiyorum. Ve belki de, fikirdeki gibi inançta da bu arayışın, bu sorgulamanın, bu karışıklığın kendisi güzel olan, insan için.

Yazma Listesi...

1. Alexis de Tocqueville' nin,

"Amerika'nın özelliği hayat dolu olması;
herşey, herkes değişim halinde.

Amerika'nın özelliği tekdüze olması;
değişen herşey, herkes, birbirine benziyor."

sözü üzerine felsefi / kültürel / politik temelleri olan bir genelleme.

2. Modern (faşizm-nazizm-sosyalizm) sonrası / milliyetçilik - ulus devlet sonrası / iki büyük savaş + soğuk savaş sonrası / ideolojiler sonrası / 20. yy sonrası (ne sonrası derseniz deyin) yeni çağın malum küresel - maddeci <Obey - Consume - Die> hayat anlayışının insana dayattığı esaret üzerine isyan tahriği. (+ Çözüm arayışına girecek birikimin felsefi / sosyolojik / tarihsel kaynakları ne olabilir)

3. Türkiye'nin kısmen daha "...sonrası" aşamasına bile geçememiş olmasının sancıları üzerine. (bir sonraki konu ile birleştirilebilir)

4. Fikirlerine çok güvendiğim bir ağabeyimden, tam da fincancı katırlarının (iyi saatte olsunlar, cunta kalıntısı, müesses nizam, gerçek iktidar, oligarşi, rejim, devlet, bürokrasi, iç sömürge, Ergenekon vs. ne derseniz) "İslami kesimdeki milliyetçi eğilimlerden faydalanma" politikasını güttüğü bu dönemde, temel fikri 'asıl Ermeni'lerin Türkleri katlettiği' olan, bol fotoğraflı, sürekli Hrant'ın katlinden sonraki "Hepimiz Ermeni'yiz" eylemine "Siz bunları bilmezsiniz, çünkü siz Ermeni'siniz" diye laf sokan(!), ve "...biz de Türk'üz!" vurgusu ile devam eden bir agresif / neo-ırkçı / bölücü powerpoint slaytı almamdaki anlam, Kemalist'i islamcısı, solcu(!)su sağcısıyla, her kesimden insanların içine işlemiş bu (devletçi) milliyetçiliğin ve ittihatçılığın psikolojik / tarihsel kökenleri üzerine analiz. Bonus olarak 28 Şubat mağduru dindarların, 38 Dersim'le taçlanan sürecin mağduru Kürtlerin, 1915 İTC mağduru Ermenilerin, 71 - 80 mağduru solun, 60 mağduru sağın vs. sadece kendi mağduriyetlerini görmeleri, mağduriyetlerini yaratan güce karşı en azından demokrat duruş bazında birleşmemeleri ve birbirlerine karşı bu gücü desteklemeleri üzerine nedensel psikolojik / patolojik / sosyolojik / ideolojik tahlil ve teşhis. Türk siyasetindeki oportünizm ve şahısların/söylemlerin dönemsel - konjonktürel değişimleri üzerine örneklemelerle birlikte (demokratik söylemler / otokratik söylemler bağlamında) İlaveten Türk üniversiteleri ile ABD/Avrupa üniversitelerini bazı yönlerden karşılaştıran birkaç cümle ile

5. ABD'nin kimi sömürge-müttefiklerine demokrasi / kimilerine darbe-totaliterizm / kimilerine de şiddet lutfettiği (ABD'nin silah-petrol / bilgisayar veya gençlere kurşun sık(tır)ma ülkelere silah satma / ekonomi yaratıp bilgisayar satma ikilemi üzerine Çetin Altan'ın "insan öldüre öldüre bilgisayar-otomobil alacak insan kalmaması krizi" bakışı üzerinden) bu emperyal düzende, dünya üzerinde oluşan tek bir fotoğraf karesindeki farklı çağlar gökkuşağının incelenmesi. 21. yy'ın, 20. yy'ın ve 19.yy'ın birarada yaşandığı dünya ve ülke konjonktürü / panoraması üzerine tespit.

6. ABD'de 68 baharı ve Vietnam dönemi yaşananların, bizde yaşanması muhayyilesi üzerinden, muhtemel aydın (!) ve medya tepkileri üzerine, düşsel yolculuk ve nedensel psikolojik/tarihsel analiz (Pentagon eylemi, ırkçılığa ve savaşa karşı duruş vs.)

7. Şiddet temelinden din ve modernite savaşı üzerine, kendi bakışımın "inanç"la "bilgi" arasında, "bilinç yaşamı belirler" ile "yaşam bilinci belirler" arasında, "evrimin dini" söylemi ile "dinlerin evrimi" söylemi arasında belirleme denemesi. Bireyin doğanın (natürizm), tarihin (historizm) ve toplumun (sosyolojizm) cenderesinden bilim ile çıkması ile kendi benliğinin zindanından inanç/aşk ile çıkması arasında, kafakarışıklığı ve insanın idrak yetersizliği ile, sonsuzluk kavramı ve "ölüm"ün kesinliği üzerine, dünyadaki sonsuzluk örneği (bkz. sayı) üzerinden felsefi sorgulama.

8. Yeni ve eski kemalist kesimin (yalnızca ciddiye alınabilecek olanlarının) sosyolojik/psikolojik köken analizi. "Over-confident" yapı ve önyargı - tabu - simge kavramları üzerinden, dine karşı pozitivizmi savunurken, gericiliğe karşı çağdaşlığı (bkz. Retro Takılmak, Sevan Nişanyan, bu blog) savunurken, ideolojik bağlamda (özellikle tarih/sosyoloji ve politikada) "kesin inanç" ile "sorgulama (şüphe)" arasındaki konumları üzerine araştırma ve çelişki analizi.

9. Toplumdaki Stockholm sendromu üzerine sosyopsikolojik tahlil. Özelde Kenan Evren'den gerçekten nefret mi ediyoruz nefret eder gibi mi yapıyoruz sorunsalı üzerinde güce tapma eğiliminin / korkunun / ikiyüzlülüğün tarihsel köken nezdinde analizi.

10. Birinci Savaş / İkinci Savaş / Soğuk Savaş tarafı ülkelerin 20. yy. tarihleri üzerine kapsamlı bir araştırmadan sonra, tarihsel temelden hareketle, felsefi-sosyolojik bağlamda, süreç ve gelinen noktaya yeniden bütünsel bir bakış.

11. 20. yy.dan bugüne bakiye kalan olgulara bakış. Fikirsel/ideolojik tartışma forumları gözlemlenerek, konu, jargon ve teori bazında incelenerek eğilimlerin belirlenmesi ve 20. yy. etkilerinin araştırılması, bu etkilerde tarihsel olaylar (Nazizmin / faşizmin yenilmesi, SSCB'nin çökmesi vs) bazında etki analizi.

12. İnsanı hayvandan ayıran özelliklerin not edilmesi. Dünya üzerinde ve tarihte ideoloji / rejim vs. yönetim-düşünce sistemlerinin incelenerek karşılaştırmalı çalışma yapılması. Demokrasi tarihi üzerine kısa bir bakış ve İkinci Savaş / Soğuk Savaş süreçleri ve sonuçları üzerine konuyla ilgili birkaç değerlendirme. Farklı savaş galibiyeti senaryoları üzerinden muhtemel etkiler ve olaylar üzerine düşsel fikir egzersizi.

13. Sömürü, şiddet, savaş gibi suçların engellenebileceği, özgürlük, refah ve adaleti temin edebilen bir yaşam - yönetim - ideoloji üzerine düşsel (ütopik) deneme ve tarihsel/ekonomik/antropolojik/sosyolojik bir realite özetiyle karşılıklı sorgulama.

14. Tarihin genel olarak yargılaması ve yeni çağın getirdikleri üzerine, İnsan... Nereye? tarzı bir bakış. Ardından Einstein'in "Milliyetçilik insanlığın kızamığıdır" sözü temelinde, ülkemiz ve bugünkü milliyetçilik / kemalizm bağlamında tarihsel bazdan gelecek üzerine değerlendirme. Çalkantıların muhtemel şiddeti ve süreci üzerine görüş / tesbitler. (considering ABD, Ortadoğu, İsrail, AB, Rusya, Enerji, Savunma, Demokrasi, Rejim vs.)

15. Güney Kore / Kuzey Kore (1950-2000), Güney Kıbrıs / KKTC (1970-2000), Yunanistan / Türkiye (1970-2000), İspanya / Türkiye (1970-2000), İtalya / Türkiye (1970-2000), Almanya / Türkiye (1945-2000), İngiltere / Osmanlı (1750-1918), ABD / Rusya (1945-1991) tarihsel bazda ekonomi - toplum - eğitim -sağlık - bilim - özgürlük - katılım - adalet - hukuk - yaşam kalitesi vs. süreç itibarı ile nedensel karşılaştırma ve sonuçlar üzerine Türkiye'nin gelecek rolünü de değerlendirerek birkaç söz.


Aga beni aşar be!

...

Önyargılı, seviyesiz, küfürbaz, çıkar savunucusu, "insan"ı temel almayan ve yüzeysel şahıslar hariç, fikir öne süren, dinleyen, düşünen, arayan, talep eden, araştıran, sorgulayan, bilen, inanan herkese saygıyı, fikir teatisini, yaratıcı tartışmayı ve etkili iletişimi borç bilirim.

Sevgi ve Saygılarımla,

Hiçbir Şey Bilmeyen Adam

Salı, Mayıs 19

Meta, Görüntü, Gerçek


Eğer tablodaki elma sizde elmadan bir ısırık alıp tadına bakma arzusu uyandırıyorsa o 'hoş'tur ama sizde sadece o elmaya bakma arzusu ve bu arzuya dayalı sonsuz bir doyum ve haz sağlıyorsa bu 'gűzel'dir.

Immanuel Kant


(Görüntüyü Aşk-ı Memnu dizisindeki Nihal karakteri olarak, oyuncu/lise öğrencisi Hazal Kaya şahsından bağımsız mütalaa ediniz.)

Benzerleri için,

(bkz. Tuba Büyüküstün @ Çemberimde Gül Oya)



Fotoğrafın konusu için "güzel" denirse;

Elma, (Sanal İmaj) Nihal (biyolojik olarak Hazal ; Varlık).

Tablo, fotoğraf.

Önermeye göre, sonuç "güzel".

Paradigma?

Görüntü. (Algı) Masumiyet. (Duygu)

İnsan nerede?



Ne ilginç değil mi?

İnsan (çıkar) ilişkilerinin yapaylığından bunalacak kadar yaşıyorsunuz hayatı. Uyum sağlayıp, ikiyüzlülüğün, riyakarlığın, maskelerin dibine vuruyorsunuz. Kadın, meta. Kadın, skor.

İster one night stand yaşayın, ister "one shot one kill" hayatta karşısınıza çıkan ilk kadınla evlenmiş olun, mutlaka böyle (kamuya mal olmuş) bir yüze bakıp, onu hayali bir karakterle özdeşleştirip, öyle algılayıp bilinç altınıza itmişsinizdir.

O dokunulmaz, masum bir ütopyadır. Bir görüntüdür. Tüketim malzemesidir. "Hoş" veya "güzel"dir. Elmadır.

Görüntünün sahibi kişilikle alakası yoktur, oyuncuyla (varlık, gerçek) tanışsanız bir 15 dakikanızı paylaşmayacağınız / tanımadığınız biridir, tabi siz de onun için.

Ama işin ilginci, görüntü kişilikten bağımsız değildir ve koparılamaz!

Çocuğun ne suçu var...

Yaşadığı hayat ile o düşsel evren çatışacak, benliği ünün altında ezilecektir.

Tıpkı iğrenç insan (çıkar) ilişkisi hiyerarşilerine bağlı kimlik/statü/üniforma vs. lerin işyerinde geçer akçe olması yapmacığı gibi. O stresin altında oynayabilirsiniz, ama kalp yine sizin, beden sizin, sağlık sizin! Emeklilik hediyeniz kolesterol, şeker, tansiyon...

Bu kopuşlar, bu gölgeler, bu kimlik çatışması...

Ve kendi olamayan insan.

Türümüz iletişim çağını yaşıyor ve tarih boyunca insan hiç bu kadar kalabalık içinde ve hiç bu kadar yalnız olmadı.


Bonus Okuma : http://dusunceler.org/2009/05/02/modernist-kadinin-cigligi/

Yaş...

Dün, Fatih'in İstanbul'u fethettiği (21) yaştaydım.

Bugün, egemenler tarafından katledilen Deniz'in "Yaşasın Halkların Kardeşliği!" diye haykırarak ölüme yürüdüğü (25) yaştayım.

Yarın, Tutunamayanlar'ın eşsiz karakteri Selim'in kayıp gittiği, bir inşaat işçisinden ödünç aldığı tabancayı beynine dayayıp tetiği çektiği, ve hep saf, hep genç kaldığı (28) yaşta olacağım.

Yaş değiştikçe, hayata bakış da değişiyor.

Ender Gelişen Osasuna Atakları

Ender Gelişen Osasuna Atakları, ihlsözlük yazarlarından biri. Kendini (ve nick'ini) tanıttığı yazısını duygularınıza sunuyorum.

(Benzer bir duygu seli için ekşisözlük peder zickler'den geliyor, (bkz. bim'de eski sevgiliyle karşılaşmak) ayrıca bkz. kendi kendine konuşan deli (bu blogda))

Yaşım 32. Annemle yaşıyorum. Babam da var, ama o oturma odasında yaşıyor. Annemle ben salondayız. Bir bankada orta kademede çalışıyorum. Hiç sevgilim olmadı. Bir keresinde, üniversitenin ikinci yılında Gönül diye bir kızla yakınlaşmıştım. Okul çıkışları yürürdük. Dünyayı konuşurduk, sevgiyi konuşurduk, birlikte dans kursuna gitmemiz gerektiğini konuşurduk. İki kez de sinemaya gitmiştik. Biri Forget Paris öteki de Braveheart. Geceleri uykuya dalmadan önce onu düşünürdüm. Sabahları uyandığımda akılma gelen ilk o olurdu. Okul partisinde onu Cem'le öpüşürken gördüm sonra... Gittiğim ilk maç Fenerbahçe-Beşiktaş arasındaydı. 1979 yılıydı galiba. Süleyman'ın Cemil'i marke ettiği maçtı. Sahadaki tek sarışın Süleyman'dı, ben de Beşiktaş'ı tutmaya karar verdim. İnsanlar Cemil Turan, Lefter, Metin Oktay, Şeref gibi futbolcuları görüp takım tutar. Ben gidip adı sanı bilinmeyen, şu an esamesi bile okunmayan bir defans oyuncusu sayesinde Beşiktaş'ı tuttum. Bir de çocukken TRT'de İlker Yasin'in sunduğu Avrupa'dan Futbol programını hiç kaçırmazdım. İspanyol liginde Osasuna diye bir takım vardı. Hâlâ var. Osasuna denen bu takım diğerlerine nazaran zayıf bir takımdı. Ve İlker Yasin sürekli '' ender gelişen osasuna atakları" deyip dururdu. Osasuna takımı ender geliştirdiği ataklar sayesinde Avrupa'da tuttuğum takım oldu. Aynı dönemde Liverpool, Bayern, Nottingham Forest gibi takımlar havada uçuşurken,ben Osasuna sempatizanı olmuştum. Okuduğum bütün okulları birincilikle bitiridim. Bu çok istediğimden olmadı. Yapacak daha iyi bi'şeyim yoktu. Hep ders çalıştım. Futbolcu olmak isterdim ama mahallede beni pek takıma almazlardı. Zaten çok yeteneksizdim. Beden derslerini de hiç sevmezdim. Uzun mesafeli koşularda diğerlerine kronometre tutarlardı. Beden hocası benim koşacağım gün kronometre yerine takvimle gelmişti. Herkes çok gülmüştü. Ben de çok gülmüştüm. Masa tenisinde kimse yenemiyordu ama... Çok arkadaşım yok. Liseden bahadır var. O da Amerika'da şimdi. Sürekli çağırıyor, ama gidemem. Uçaktan çok korkuyorum. Yalnızlık gibi bir sorunum yok. İnsanlar beni seviyor. Ama sadece o kadar. Oraya buraya pek çağırmıyorlar. Şirket eğlencelerinde yeterince sosyalleşiyorum zaten. Çok kitap okuyorum ama hemen unutuyorum. Konsantrasyon sorunum varmış. Bunu bir yerde okumuştum. Bir de karmaşık insan ilişkilerine bulaşmamak daha iyi oluyor galiba. Çok emin değilim ama, içiniz boşalmıyormuş. Bunu da bir yerde okumuştum. İçiniz boşalmıyor... Yani sizi siz yapan özelliklerinizi yitirmiyorsunuz. Yani hayat boyu bakışlarınız değişmiyor. Çocukken nasıl baktıysanız, hayat boyu öyle bakıyorsunuz. Ama itiraf etmeliyim ki bir kız arkadaşım olsa çok iyi olurdu. Öyle sevişmek için falan değil, birlikte bi'sürü şey yapmak için. Ne biliyim, birlikte yemek yapardık, masa tenisi oynardık, Kim 500 Milyar İster'i birlikte izlerdik. Erenköy sahilinde yürürdük. İşte böyle şeyler. Bi'de bol bol konuşurduk. Benden yazmamı istediler. Yazacak kadar çok şey bilmiyorum ki. Israr ettiler... Peki yazayım da ne yazayım? Kendini yaz, yaşadıklarını yaz dediler. İçimden, ''yaşadıklarımdan ancak kutu oyunu yapılabilir, başka bir halta yaramazlar,'' demek geldi. Sonra düşündüm, herkesin herşeyi bildiği bir ülkede, bir şeyleri bilmemek üzerine yazılabilir diye... Birileri okur mu diye merak ettim, neden olmasın? Ender gelişen Osasuna atakları beni heyecanlandırmıştı. Belki sizleri de heyecanlandırır.

Pazartesi, Mayıs 18

Kendi Kendine Konuşan Deli

Blogumu kimsecikler - "abi/abla be, enaniyet esaretimle şuraya iki kelime saçmalamış bulundum, allahaşkına bi gözatın da nolur eleştirin, bişey söyleyin" diye yalvar yakar ricacı olduklarım bile - okumaya değer bulmadığına göre, ki bu kötü sitede bu beleş sayfa da benim amiyane "babamın malı" oluyor, o halde, suya sabuna dokunmadan, kişisel şeyler de öksürebilirim, güzide vatanımızın pragmatist/oportünist (herşeyin gavur gibi bilindiği ama çıkarların kollandığı) entelektüel ortamı ve "manyaklık", "psikopatlık", "spastiklik" ayarındaki siyaset/medya gündemine kızarak, söv/sayarak, hep aynı şeyler söylemekten bıkmış hazin ruh haletiyle.

Hem not almış da olurum, "acanda" hesaaabı.

Öncelikle,

Bir iş bulunacak.

Ulan eşek herif, işsizliği kanıksamaya mı başladın? Hoşuna mı gitti babanın evinde kıç büyütüp "nette takılmak", bu alemin 10'lu yaşlardaki asosyal bebelerin boru öttürdüğü, klavyelerin konuştuğu yapmacık evrenleri olduğunu bile bile. Nerdesin lan, özgür ruhlu tosun?! Kıçımın isyankarı seni. Nerede 16 yaşından beri "kendi başına" takılan agresif / hüzünlü / depresif / vandal / duygusal velet? Nerede sense of humour, nerede tepkilerin? Nerede gururun ulan!

Bu krizde "şan, şeref" mi yaparsın, başın dik, ve fakat işsizsin işte.

E mümkünse Anglosakson "business" ekolü uluslararası bi şirket olsun artık, olursa, zira taşınmaktan, o hiç olmayan eşyaların yoruldu. Artık "düzgün" bi işin olsun, 25 yaşından sonra sen de, "düzgün" olmaya bak artık, ve pürüzsüz.

"İnsana değer veren" falan diye bekleyip duruyorsun, ama dur bakalım, sen değer veriyor musun bir Ertuğrul Özkök'e, bir Özdemir İnce'ye, bir Bekir Coşkun'a, bir Süleyman Demirel'e değer veriyor musun sen veya bir Kenan Evren'e, bir Deniz Baykal'a?

Bu harf topluluklarını önce "insan" olarak ele alıyor musun?

Onlar seni skine bile dolamıyor, senin sayıkladıklarını onlar 50 yıldır biliyor (Kenan Evren, Özdemir İnce ve Bekir Coşkun hariç), ama hayat bu değil işte, çocuğum, kazın ayağı, konjonktür neyse, o, herkes senin gibi aptal değil.

Eline birşey alma şimdi. Birşey varsa da bırak.

Kariyer.net'te olman gerekirken burada istifra etmekle meşgulsün.

Ve aklındakiler de, psikolojik arkaplanının, kişisel geçmişinin izleri.

Şu "proje" dediklerin.

Çocukluğunu geri istiyorsun sen, bu yaştan sonra "internet üzerinden bilgisayar mühendisliği okuyacağım" derken. Depremden sonra hiçbir "remarkable" başarın yok.

Kelimelerle aranın olduğunu, sosyal bilimlerin, "insan"ın önemini ve tekniğe, makineye, tasarıma galebesini bile rastgele-sonradan keşfettin (baban ve kardeşin gibi mühendis olamadığın için).

İşletme okumuşmuş. İzmir yada İstanbul tutuyor diye! Tercihlerin son günü öğrendin işletme diye meslek olduğunu (daha doğrusu, olmadığını).

Sen bu "yüksek lise"de okurken, rektörün cumhuriyeti kurtarıyordu. Sen de iktisat vizesinde "boşluk dolduruyordun". Şimdi de hayıflan işverenler üniversite ayrımcılığı yapıyor diye.

Sonradan tutturdun hem, tarihti sosyolojiydi. İnsanların kitap okumayı bıraktığı yerde, sen başladın.

Da geç başladın.

Bu "bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma" ve klavye sporu adeti de, deprem sonrası politizasyonunda gizli, o nefret ettiğin şehirdeki saçma zamanlarda. Dayının Bizim Ocak dergilerini karıştırdın ve üç makale ile 'ülkücü' oldun. 12 Eylül sonrasının darbe karşıtı, halkçı, vatansever, fedakar, ezilmiş, "tüm insanları sevmeye çalışmalıyız"cı, inançlı propagandasının, pragmatist, konjonktürel yalanlarına atladın. Başkaca bildiğin birşey de yoktu zaten. Tarih, Kemal Kara'nın ders kitabından ezberlenen savaş tarihleri ve antlaşma maddeleriydi, yazılıdan sonra unutulan.

Şimdi hiç, özündeki değerleri, sevginin, heyecanın ve temel düşünsel çıkış noktalarının tutarlılığını keşfedip, ben enternasyonalist/hümanistim, ben savaş karşıtıyım, ben liberal, ben liberter, hatta sol (yenilikçi) özetle ben entelektüelim demeye kalkma.

Çünkü bir bok bilmiyorsun.

Projen mrojen de yok senin.

Ne seni rahatlatıyorsa, ona meylediyorsun.

Onu öğreneyim, şunu yapayım, şunu yad edeyim.

Bir Osmanlı camisi geziyorsun, bir saray, bir kilise, bir tapınak, bir kalıntı. (Heryerde çok önemli (always on top) ve VIP Kemalist arkadaşlarım kusura bakmasın çünkü Cumhuriyete ait tek bir mimari eser yoktur, yoksa ben yer vermez miyim)

Aval aval bakıyorsun.

Düşüncelerini geç, inançların bile sarsıntılı.

Ve tarihi geçmiş pasaportunda, daha bir vize damgası, bir giriş-çıkış bile yok (Toyota Motor Europe son anda elemişti seni).

Başarı diye Anadolu Lisesi Hazırlık sınıfındaki "über" zamanlarını, aynı yıllara denk gelen bilgisayar programcılığını falan hatırlıyorsun. O zamanlar (Özal'ın ölümü veriliyordu anahaberde) farklı (=ayrıcalıklı) ve öncü (=ileri) olduğunu, kaybetmenin tadını almaya başladıktan çok sonra anlayacaktın. Şimdi herkes İngilizce biliyor, bilgisayar televizyon gibi oldu, GW bilmek de at arabası sürmeyi bilmekle eş anlamlı.

Şimdi ne ayrıcalıklı, ne de ilerisin. Gericinin teki oldun. Oysa kemalist (sağ kemalist, sol kemalist, hepsi aslında aynı tornadan/okuldan çıkma kemalist) arkadaşların ne makamlar işgal ettiler. Sense o günleri geri istiyorsun, ve durduk yere geriyorsun ortamı.

Hayata kızgın bakıyorsun.

Gölün sükunetinde huzur buluyorsun. Şehre dönünce psikopat gibi yürüyorsun.

Aklınca sıkılıyorsun insanların genel sığlığından, kendi başına da kendini yiyorsun.

Kaybolup gidemiyorsun kitapların arasında da. Resim bile çizmeyeli, yıllar olmuş.

Sevginin, saygının bile tiksinecek yanlarını bulmuşsun. Dostluktan, aşktan bile, üşüme hissi önyargısı, neme gerek sendromu kapacak kadar irrite malzemesi toparlamışsın.

Yemişsin kafayı bu toplumun insanlarının komplekslerine, ikiyüzlülüklerine yabancılaşırken, alışamazken. Üstelik, sen de onlardan biri, hatta hor görülenlerindenken (göbeğimi kaşımaktan hoşlanırım, kıllıyımdır da).

ATM'den para çekerken ezilenlerin çığlıklarını falan duymuyorsun, ATM'den para çekmiyorsun çünkü, uzun süredir. Selim Işık gibi Don Quixode sanmıyorsun kendini (Don Quixode de kendini şövalye sanırdı), sen sadece küfür ediyorsun, şu hayatta bir yel değirmenin bile yok (nerede dairesi, nerede arabası, nerede uluslararası geçerli diploması...)

Senin anlı şanlı paşalarının bile, sadece halkına gücü yetiyor. Zaten KKTC'yi de kimse tanımıyor.

Bütün bu saçmalıklardan sen suçlusun.

Sana edecek küfür bulamıyorum. Ne halin varsa gör!

Askerde 18 yaşındaki bir yeni astsubay çocuğun sana emir komuta ile selam verdirttikten sonra dediği gibi,

Tamam, şimdi siktir git!

Retro Takılmak

Çağdaş yaşamı tabii ki de destekleriz. Çağdaş yaşamı kim desteklemez? Ben illa retro takılacağım, kafama fes giyeceğim diyen mi var?

Bunların anlamadığı veya anlamazlıktan geldiği şu: Çağdaş yaşamın simgesi, bayrağı ve peygamberi diye Mussolini ile Hitler’in çağdaşı bir eski asker-politikacıyı öne koymak olacak iş değildir. Her şeyden önce o çağdaşlık iddiasına zarar verir, inandırıcılığını zedeler, sırtına taşıyamayacağı bir kambur yükler. İlla peygamber lazımsa bizde hakikisi var diyen adamlara verecek cevabın kalmaz. Daha önemlisi dünyanın dört bir yanında BUGÜNKÜ çağdaşlığı temsil eden zümrelerle ortak bir dilin kalmaz. “Çağdaş yaşam” kulvarında senin doğal müttefikin olması gereken Brüksel’deki, Seattle’daki, Tiflis’teki, Mumbai’deki genç, zeki, dünyadan haberdar insanlar “Bu Türkler yetmiş sene önce ölmüş bir darbeci generali çağdaş yaşamın son merhalesi zannediyorlar, annee” deyip seni arkandan tiye alırlar. Zaten bütün dünyanın bildiği tarihî inkâra azmetmiş olmak gibi bir handikapın var, bu da eklenince büsbütün yalnız kalırsın. Bölüğe mıntıka temizliği yaptırmakla devlet yönetmek arasındaki farkı anlamaktan aciz bir avuç cahil paşa ile çağdaşçılık oynarsın.

Düşünsen absürd ötesi bir hadise var ortada. “Çağdaş yaşam” denilen şey 1920’lerde 1930’larda durmadı ki, yürüdü gitti. Golf pantalon giyip panama şapka takmak bu devirde çağdaşlık falan değildir, fes ve kavuk giymek kadar tapon bir antikalıktır. Birtakım zattarazotti izci marşlarıyla orgazma gelip Führer’e Başbuğ’a selam durmak 1933’te belki moderndi ama bu çağda çağdaşlık sayılmıyor, psikopatlık sayılıyor.

BUGÜNKÜ çağdaşlık nedir, bakın şöyle anlatayım. Photoshop diye bir program var, bilirsiniz, onun başında çıkan künyeye bakın. Bir Hintli, beş tane Çinli, bir Bulgar, altı-yedi Anglo Amerikalı, birkaç Yahudi, bir Afrikalı, iki Japon’un adı çıkar. Çağdaş yaşam işte odur. Enternasyonalizmin hasıdır. İnsanlık tarihinin gördüğü en heyecanlı işlerden biridir. Çağdaş olacağım, vatanıma milletime özümü armağan edeceğim diye varolmayan düşmanı Çanakkale’de denize dökme hayalleri kurarsan çağdaş mağdaş olmazsın, gülünç olursun. Adam Çanakkale’yi çoktan geçmiş, masandaki ekrandan sana el sallıyor çünkü.

Ben yazmadım. Sevan Nişanyan yazmış, bugünkü Taraf'ta.

Pazar, Mayıs 17

Sen ve Ben...

Ezme...

Hayat nokta-i nazarında kısmen devlet, kısmen amir, kısmen benliğin, kısmen insanlar, kısmen de şeytan eziyor diye seni, sömürüyor diye, kardeşim, sen ezme.

İşini bitirip bir kenara çekilme, sevgini göstermekten çekinme, çekinme kadınından.

Sevdiklerinden çıkarma bir hayatın, bir dünyanın, bir tarihin, bir memleketin kabahatini.

İşine gelmedimi kırıp dökme.

Ben çok kırıp döktüm.


Gücenme...

Ben de çok gücendim kendime.


Kal, gitme...

Hep gittim ben ardımda hayal kırıklıkları bırakarak.

Ve hep şaştım insanların ikiyüzlülüğüne, aynaya hiç bakmadan.


Yaşa sen, ölme...

Gri bir düşler alemi yarattım ben, öleceğim biraz yine.

Mutluluk krizim tuttu, geceleri uyandırıyor artık mutsuzluğum.


Unutma sen, beni...

Ben insanları unutmaktan bir hal oldum.

Unutulacak yüzüm kalmadı.


Sen sev, beni de, kardeşim, yani mümkünse...

Kendimi feda edemiyorum bencilce bak, önce sende deneyeceğim.

Daha önce kimse cesaret edemedi denemelere.

Korkup cesurluğumdan,

Ben bile.

"Bak Acımıyor" Diyecek Bir Kadın

Romalı bir komutandı Pautus, bir ayaklanma düzenlendi. Yakalandı ve idama mahkum oldu.

Soylu olduğu için Roma geleneklerine göre hayatını kendi elleriyle alma hakkı tanındı. Bir odaya sokup yanına bir hançer bıraktılar.

Annesi, babası, karısı, yakınları, dostları kapıda yere yıkılan vücudun düşüşünü duymak için kederle bekliyor ama kendini bıçaklayan Pautus 'un düşen vücudunun sesi yerine bir türlü kendini öldüremeyen adamın ayak seslerini duyuyorlardı. Sessiz bir utanç hepsini sarmıştı.

Sonunda bu utanca dayanamayan karısı hiç kimseye bir şey söylemeden kapıyı açıp içeri girdi, masanın üstünde duran hançeri alıp kendi karnına sapladı, sonra çıkardığı hançeri kocasına uzattı :

- Pautus, bak acımıyor...

Pautus'lara bir kadın gerekiyor, "bak acımıyor" diyecek bir kadın.

Ahmet Altan'dan (Ve Kırar Göğsüne Bastırırken)

Şahit Yazarlar Aman Diyim

Sıkıldım.

Çok sıkıldım.

Birkaç misal;

Bir arkadaşın "feysbuk"ta paylaştığı videoda, bilmemne harekatımızdan görüntüler yer alıyor. İşte, havan mavan bir takım savaş araçları bomba, füze, roket vs. yağdırıyor. Sonra görüntüye parçalanmış, kevgire dönmüş vs. ceset görüntüleri geliyor. Küfür kıyamet ırkçı sloganlar eşliğinde (Mahmut Esat Bozkurt'a falan selam ediliyor).

Hayatında Hakkari'ye gitmemiş, tarihiyle, jeostratejisiyle, insani ve hukuki yönüyle Kürt Sorunu hakkında tek bir kitap okumamış onlu yaşlardaki otuzbirci bir internet bebesi bunu paylaşıyor, muhakeme ve algı kabiliyeti bakımından ondan hiçbir fazlası olmayan benim iş güç sahibi arkadaşlarım da zincire katılıyor, o "füze yağdırılan" toprakların kendi toprağımız olduğunu, annelerin karşılıklı acılarını, bu iç savaştan çıkar elde edenleri, dönen dolapları ve geçmişte yaşananları düşünmeden / bilmeden / bilip de işine gelmeden. (Benimse aklıma savunma bütçesi görüşmelerinde mikrofonu açık unutup müsteşarı korg.in kulağına "Bir operasyon daha göstersek bütçeyi kurtarırız" demesi geliyor MSB Vecdi Amcamız büyüğümüzün)


Bir başkasında, "kendi kanıyla Atatürk portresi çizen adam"la gururlanmamız isteniyor. İzlemedim, yorumlamadım, kayıtsız da kalamadım, Hasan Rua Demiroğlu'na mesajla gönderdim. O izlemiş, arkaplanda Osmanlı marşlarından biri çalıyormuş. Acı ironiden, cahilliğin böylesinden, eğitim politikasının sonuçlarından bahsetti. (Edit: Dayanamadım izledim. "Boya"sı tükendikçe jiletle bir kesik daha atıyor, tek kelimeyle iğrenç, mazoşistçe, psikopatça. Ama çocuk yetenekli, "kan"la -ki kan kutsal değil, "necis"tir, kutsal olan mürekkeptir- bu kadar haşır neşir olacağına resim yapsa, birşeyler olur. Ama nerde...)

Bunu paylaşan üniversite mezunu, halim selim kıymetli bayan arkadaşıma, bu görüntüleri izlerken gururdan gözlerimin yaşarmadığını söylesem, şaşıracak ve üzülecektir.

Bu kadar saftır.

O kadar saftır ki, türbanlı bir hanım yazarımızın İran dönüşü "şok açıklamalarının" yer aldığı, (hani şu "despotizmden iğrendim, sokakta polis insan haklarını ihlal ediyordu, baskı vardı, Türkiye'de yaşadığıma şükrettim" vs. dediği) videoyu paylaşırken de, "benim anlamadığım bu kadın bunları söylüyor da neden hala aykırı davranıyor?" notunu ekliyordu, kadının halen türbanlı (=aykırı) olmasına içlenerek.

Haberlerde, Danıştay cinayetinin yıldönümü olması hasebiyle, bir yargı kalantoru, hükümete giydiriyordu, türbanıydı, kaşımasıydı zartı zurtuydu (bkz. 28 şubat bin yıl sürecek). Cinayeti "irtica" işlemiş gibi. Aklıma hunharca katledilen Uğur Mumcu'nun eşi ve oğlunun "takıldığı" siyasi partiler geldi nedense. İlginç.

Sonraki haberde de Tandoğan'a (meydanın ismi bile manidardır) onbinlerin toplandığı söyleniyordu. Görüntüler tanıdıktı.

Haldun Dormen Müjdat Gezengiller de bizim Galatasaray'dan Taksim'e "sessiz yürüyüş" yapacaklarmış, laikliği korumak için, 500 metre.

Yeminle bıktım artık. İrrite oldum. Tiksindim.

Nedir bu?

Bu kadar insan, veya onları yönlendirenlerin hepsi, Ergenekoncu, darbeci, halk düşmanı, kutsal devletçi, statüko zaptiyesi, faşist, elitist, oligarşi savunucusu, korporatist, militarist, kötü niyetli, çıkar savunan güç odağı vs. olamayacağına göre, nedir bu?

Nasıl açıklarsınız bunun birey bazında psikolojisini, kitle bazında sosyolojisini?

Sınıf bilinci mi? Bir zümrenin, egemen kesimin, "Ayaktakımı"ndan tiksinmesi, elitizmi mi? Dezenformasyon, medya yönlendirmesi mi? İktidar partisi karşıtlığı mı? Bir tür militarizm, postal yalayıcılığı mı? Güce tapma mı? Stockholm sendromu mu? Otoriterlik, totaliterlik özlemi / sevdası mı? Demokrasi özürlülük mü? Demokrasiyi hazmedememişlik mi? Eğitim sisteminin, resmi propagandanın, bilgisizliğin sonucu mu? Oportünizm mi? Pragmatizm mi? Sosyal katılım mı? Güçlenen halk kesimlerine direniş mi?

Elbette kendim gibi düşünmeyeni dışlamıyorum. Ama bunları mantıklı gösterecek üç cümle kurabilen yok, hep aynı teraneler, aynı ezber.
...

Gündelik siyaset, oynak zeminiyle; kişiler ve olaylar üzerinden konuşmak, aldatıcılığıyla fena halde usandırıyor insanı.

Olgular, kavramlar üzerinden konuşacaksın. Araştıracaksın.

Felsefe bilmek, sosyoloji bilmek şart.

Tarih, en önemlisi.

Siyaset fosseptiğinde bulduğumda kendimi, saçmaladığımı bazen, bu şaklabanlıklara şahit yazıldığımı görüyorum sonradan. Lan gözümüzün önünde oluyor, GK Bşk. basın leşkerlerine siyaset şovu yapıyor, eski GKB televizyona çıkıp resmen saçmalıyor, GKB medyayı tehdit ediyor, askerler ölüyor, GK sitesinde hükümete lakayt bir tehdit metni yayınlanıyor, Şemdinli savcısı görevden alınıyor, başbakanla GKB resmen pazarlık yapıyor, krizler, 28 şubatlar... Demokratik hukuk devletinde, 2000'li yıllarda olmayacak türlü rezillik. Psikolojimiz bozuluyor.

Saçmalıklara şahit yazılarak, saçmalamaya mahkum oluyoruz.

Siyasetin içine çekildik mi, yukarıda değindiğim zavallı insanları, medyada yazarım diye geçinen organizmaları gördükçe, üç beş kitap da okumuşluğumuzdan, ahkam kesmeye / kendimizi ifadeye / kin kusmaya mecbur hissediyoruz.

Şahit yazıldık diye, şahitliğimizi yazıyoruz.

Kıt bilgiyle, büyük laflar etmeye kalkıyoruz.

Aha işte, bir yazımda, ABD'nin bizi 1947'de İngiliz İmparatorluğu'ndan devraldığını yazmışım.

Ulan sorarlar, dönemle ilgili kaç kitap okudun, geyik?

(Daha Birinci Savaş yenilgisi sonrası kuruluş ve erken Cumhuriyet döneminde pek çok şeyin İngiliz İmparatorluğu çıkarlarıyla örtüşen bir şekilde geliştiğini anlamak başka, mevzuyu 47'lere kadar uzatmak başka. İkinci Savaş'ta bi ona bi buna yamanıp savaş dışı kalmak iyiydi de, Stalingrad'dan sonra kabak gibi görünen zaferi öngörüp muzaffer devletlere diplomatik hamle yapsan ve onların safında yer alsan daha iyi değil miydi? Son ana kadar faşizme mi kıyamadın nazizme mi? Ya herşey olup bittikten sonra Almanya ve Japonya'ya savaş ilan etmek neyin nesi? Bu mu daha onurlu? E babayı aldık tabi. Ne demokrat olabildik, ne "muasır medeniyet"le (onlar emperyalistti de sanki Alman emperyalist değildi) müttefik. Bağımsızlıksa, 2 yıl bağımsız kalabildin, sonunda kendi ayağınla ABD sömürgesi oldun işte, hem de Almanya - Japonya - Güney Kore gibi tok değil, aç sömürge, yarı faşist sömürge, darbeli matkap rejimi... Sonuç olarak ABD İmparatorluğu bizi 2. Savaşın hemen ardından ekarte ettiği İngiliz İmparatorluğu'ndan değil, bizzat Atölye Şefimizin (veya Orkestra Şefimizin) tam bağımsız -ve bu uğurda yarı aç- ellerinden devraldı denebilir.)

Bugün, ben, fikir üretiyorsam, Fransa'nın numaralandırılmış cumhuriyet ve imparatorluk geçmişini, çalkantılı siyasi tarihini bilmem lazım. Birinci Savaş'taki İngiliz kamuoyunu gün be gün takip etmiş olmam lazım. 19. yy. Osmanlı - İngiliz - Alman - Fransız - Rus tarihlerini farklı bakış açılarıyla bilmeden fikir üreten bir adam, en iyi ihtimalle fikir üretmiyordur (bkz. beyin yerine göt taşıyanlar). İdeolojiden bahseden bile, ideolojisinin yaratıcılarını, yankılarını, sarsıntılarını bilmiyor!

Velhasıl, günlük siyasetin metaforundan çıkmadan, "insanlık" çapında (türümüzün... diye başlayan cümleler kurarak) Gündüz Vassafvari yorumlar yapamazsınız.

Savaşı ve diğer insanlık suçlarını yargılayamazsınız.

Milliyetçiyseniz (ki kurtulmaya en az gönüllü olduğum hastalığımdır) büyük (ama gerçekten büyük, başına büyük sıfatı konmasının emredilmesine ihtiyacı olmayacak kadar büyük) Einstein'ın "Milliyetçilik insanlığın kızamığıdır." cümlesini kavrayamazsınız. Hem Osmanlı'yla gurur duyup, hem milliyetçiyim diyen bir sürü budaladan farkınız kalmayacak, zira Osmanlı'yı yıkan da, bir-iki-üç? yüzyılı kana bulayan da bu milliyetçiliktir.

Ve işte ben, kendine hem anarşist, hem müslüman, hem Türk, hem liberal, hem liberter, hem savaş karşıtı, hem vatansever, hem hümanist, hem enternasyonalist, hem yenilikçi (sol), hem mukaddesatçı (sağ) diyebilen, daha doğrusu hiçbirini diyemeyen / demeyen / demek istemeyen, tüm paradigmalardan sıyrılarak düşünmeyi talep eden, arayan bir kimse - yim / olmak istiyorum.

Velhasıl, henüz, üretmek falan değil, öğrenmek istiyorum.

(Çünkü henüz ne idüğü belirsiz bir karışımım. Bir dezenformasyon fırtınası sonrası, resmi ideoloji kalıntıları, heyecanlar, duygular, hala gitmemiş sloganlar, yarım yamalak bilgiler, kıt bir tarih - jeostrateji bilgisi, fikir kırıntıları, hazır biçimli içi boş elbise gibi oturan ideoloji artıkları vs. çöplüğüyüm. İttihatçılıktan nefret ediyorum, savaşa karşıyım ama Kazım Karabekir hayranıyım. Öykülerinde nefret tohumlarını görüyorum, ama Ömer Seyfettin'i hala çok severim. Dersim'i falan biliyorum, ama hala bazı tahriklerine kızıyorum, milliyetçiliklerini sindiremiyorum, bizimkisi ise hala canayakın geliyor bazen, kolayıma geliyor. Tam liberal, tam sol, tam milliyetperver yada tam başka birşey olamıyorum. Olmak da istemiyorum aslında, ne -cı, ne -cu, ne de -ist. Şiddet karşıtıyım de, ve geç, ne var ki, damarlarımda geziyor bazen meret. Bu blogda yazdıklarımdan da utanıyorum. Allah'tan kimse okumuyor.)

Bilmeden ne üreteceksin?

Dinler tarihi, bütün bakış açılarıyla Birinci ve İkinci Savaş, 19 - 20 hatta 21. yy Avrupa ve Dünya tarihleri, tüm yönleriyle, farklı cephelerden kendi tarihimiz, antropoloji, sosyoloji, felsefe...

Bu da sanırım, siyasi gündemden, kamplaşmalardan, tüm bu çılgınlıklardan biraz kopmakla olur. Bu düzeye inmemekle olur.

Bilgisizliğini kabul etmekle başlar. Bilgisizliklerini kabul etmelerini beklemeden.

Ama söylemeden de edemeyeceğim, ekşisözlük'teki yeni türedi troll/faşist takımı, topunuzun ben anua koyim!

Cuma, Mayıs 15

Herşey Bu Bir Paragraf İçin...


Laf kalabalıkçılığı oynuyoruz.

Zeka gösterisi cümleler kurarak Orhan Pamuk olduğumuzu zannediyoruz.

Devrik cümleler falan kuruyoruz bazen, yazıya dinamizm katmak adına.

Siyasetin fosseptiğinde boğulmaktan, bir Gündüz Vassaf olamıyoruz mesela.

Nazım Hikmet veya Necip Fazıl gibi, bizim bir "üslubumuz" yok.

Kendi yazılarıma bakıyorum; kıymetli babıalimizin yarattığı çoğu çıkara dayalı eğilimlerden meydana çıkan bilgi kirliliği ve bombardımanı atmosferi içerisinde, yalap şağ, ha babam, paldır küldür bir söz söyleme gayretinden ibaret.

Birşey bildiğimizi sanıyoruz.

Ve aklımızca, anlatıyoruz.

Sanki kendimiz ne anladığımızdan eminiz de.

Velhasıl, herşey, benim penceremde, tüm bu okuma, yazma, bu gayret, kendimce gerçeği bilme, anlama, düşünme ve nihayet, bir üslup sahibi olabilme meselesidir.

Ben bir yazar değilim.

Yılmaz Özdil'lerin, Bekir Coşkun'ların, Oray Eğin'lerin ve onların amirlerinin kendine köşe yazarı dediği bir ülkede yaşıyorum.

Ama kendimi yazar olarak görmüyorum.
Kendim yazıp kendim okuduğum yazılar yazıp kendimçe fikirler edindiğim dünyamda, bu şahıslardan çok daha onurlu bir duruşa sahip olduğumu düşünsem de, bir yazar olduğumu iddia etmiyorum.

Çünkü benim gözümde "yazar", mesela bir Cemil Meriç'tir.

Okurken kafanıza dank diye vuran cümleleri vardır Cemil Meriç'in.

Aynı zevki alabilmek için tekrar tekrar okuduğunuz yazıları, kitapları vardır.

Ben ayrıca 70'lerde ilk meydana çıktığında burnu kalkık edebiyat dünyamızca mesleği ve "edib" olmayışı icabı küçümsenen, dışlanan, "roman dediğin aklına ne geldiyse yazmak değildir" diye eleştirilen Oğuz Atay'ın, Tutunamayanlar'da 724 sayfaya "çok şey sığdırdığını" da düşünürüm.

Yani mesele, kısa ve vurucu yazılar yazmak, yada meramını uzun uzun anlatmak meselesi değildir.

Mesele üslup sahibi olmaktır.
Sanatkar olmaktır, esnaf değil.

Ve bazen de bir kitabın, ansiklopedinin, hatta bir külliyatın anlattığını / anlatamadığını, bir paragrafta yüze çarpmaktır.

Ben de, kendi adımla anılacak bir üslubun sahibi olabilmeyi, böyle paragraflar yazabilmeyi çok isterdim.



SEN BİR AZ-GELİŞMİŞSİN
Kıt’aları ipek bir kumaş gibi keser biçerdik. Kelleler damlardı kılıcımızdan. Bir biz vardık cihanda, bir de küffar...
Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları. İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, "Ben Avrupalıyım" demeğe başladı, "Asya bir cüzzamlılar diyarıdır."
Avrupalı dostları, acıyarak baktılar ihtiyara, ve kulağına: "Hayır delikanlı", diye fısıldadılar, "sen bir az–gelişmişsin."
Ve Hıristiyan Batı’nın göğsümüze iliştirdiği bu idam yaftasını, bir "nisân-i zîşân" gibi gururla benimsedi aydınlarımız...


Cemil Meriç


Perşembe, Mayıs 14

İki Mekan Özelinde İzmir Ambiansı



Mekanların herhangi bir özelliği yok.

Anlatmaya çalışacağım da, İzmir'e ait olan sıcaklık, samimiyet.

Bu şehre siyasi açıdan bakmayın.
Evet, buranın "default" partisi CHP'dir.
Ama Serbest Fırka'ya müthiş ilgi gösteren; Gazi'ye suikastın, Menemen olayının yaşandığı şehir de, burasıdır. Havaalanının adı Adnan Menderes Havalimanı'dır. Şener Eruygur'un hazırlatmış olduğunu öğrendiğimiz "illere göre irtica rehberi"ne göre irtica notu 100 üzerinden 100'dür. Gülen hareketinin ilk adımları bu şehirde atılmıştır. Uzan'ın partisine en çok oy veren il burasıdır. Ertuğrul Özkök ve Yılmaz Özdil a.k.a "Bidon Kafa" gibilerini de bu şehir çıkarmıştır.

Yani İzmir'de siyaset karışıktır.

Burada relax olacaksınız.

Şehrinin ve kızlarının güzel/bakımlı olduğu, bilinen birşey.

Ege insanının sıcaklığı, rahatlığı da malum.

Benim size anlatacağım, başka birşey.

KARDEŞLER KIRAATHANESİ

Her şehirde mutlaka vardır bir Kardeşler Kıraathanesi. Buca'daki kardeşlerde, bizi çeken neydi, bunu hala çözemem. Şort giymeleri bile olabilir.

Kahvelerin standart müdavimleri yaşlılardır.

Çetin Altan'ın binli sayı vererek belirttiği "erkek erkeğe" kahvehanelerde, bunlar yaşlı erkeklerdir.

Bu kahveyi farklı kılan da, masalarınızdaki kız arkadaşlarınızın, mekana, kahveye, bahçedeki asma altına, insanlara, dekoru hiç bozmadan, hiç sırıtmadan, yadırganmadan katılabilmesidir.

Ve tavla atarken kız arkadaşınız, erkek arkadaşınızla, siz yan masaya bakarsınız.

Okuldan matematikçi, iktisat doçenti, muhasebe profesörü ve pazarlama profesörü okey oynamaktadır.

DUNGEON

Bornova'da akşam birşeyler atıştırırsınız. Canlı İspanyol müziği çalan bir yerde takılır, 12-1'i edersiniz.

Sonra Dungeon'a gidersiniz.

Nu-metal çalan grubun verdiği aralarda, RHCP klibi döner.
Bira ucuzdur. Bir elinizde sigara, bir elinizde bira vardır.

Başınız dönmektedir.

Herkesin başı dönmektedir.

Bir noktadan sonra farklı şekillere girmeye başlarsınız, ahey ahey ahey diye bağırıp halay pozisyonu almalarınız garip kaçmaz. Kimse size bakmaz. Herkes kendi dalgasındadır. Herkes eğlenmeye gelmiştir.

Karıncalanmış beyninizle kendinizi kahkaha krizlerinde dışarı attığınızda, asıl mutluluğu burada tadar, kendinizi evde hissedersiniz.

Saat 3'tür ve dışarısı içeriden daha kalabalıktır.

Kendinizi Ege kampüsünde sanırsınız. Kaldırımlarda, çimlerde oturmuş gençler, sakin, devam etmektedir. Kimseyi tanımazsınız ama oradaki kimse size yabancı değildir.

Ve bir sosislinin tam zamanıdır.

DİĞERLERİ

Ankara'da ise akşam, geleneksel ve şık bir restoranda yemekle başlar. İki kişiyseniz 35'lik rakı söyleyeceksiniz, hanımefendi(ler) şarapçı ise şarap getirteceksiniz.
Etrafta takım elbiseli insanlar iş konuşmaktadır.

Sağlam bir hesap ödedikten sonra, "cila çekmek" için bir concon mekanına gidilmeli ve bira içilmelidir.

İkinci mekan, çoluk çocukla, ergenle doludur. Kafanızda yatak hesapları, harcadığınız parayı çıkarma hesapları vardır. Siz de Ankara'ya uymuşsunuzdur. Muhabbet sarsa da sarmasa da, atmosferin samimiyetsizliğinden, yapmacığından, kendinizi biraya vurursunuz.

Sonra da kısmetinizi yaşarsınız.

Ve sabah kalkıp işe gidersiniz. Ama bünye alışıktır.

***

İstanbul ise konsept dışıdır. Ayrı bir dünyadır.

Ütopyadır.

Bir kere, çok büyüktür. Çok fazla tat vardır.

İstanbul'daki görmemiş burjuva hayatının içinde, pisliğe bulaşma veya yapmacığın, gösterişin ortasında sinir krizine girme tehlikesi vardır. İstanbul'da kıro çoktur. Zenginiyle züğürtüyle.

İstanbul'da herşey vardır. İstanbul'da paranız varsa herşeyiniz vardır.

Ve sizin İstanbul'daki dünyanız, size, çevrenize göredir.

Yine de hiçbiri, size o İzmir'deki havayı, o tadı vermez.

Başkadır. İzmir'i yaşayan bilir.

---

Ankara'da arkadaşım, yıllık izinde ilk kez gittiği İzmir dönüşünde "bi bok yok lan" dediğinde ve Ankara'nın gece hayatının İzmir'i katlayacağını söylediğinde, aval aval bakmıştım.

Ankara'nın daha büyük olduğu doğruydu.

---

Evet, genelleme yapmak yanlış, değerlendirme de kişiye göre değişir.

Şu anda bu şehirlerden birinde yaşamıyorum.

İzmir için anlattıkların 2001-2005, Ankara 2007-2008 yıllarındaki şahsi gözlemlerim.


Ve bunları da, üniversite çağını İzmir'de, erken kariyer dönemini de Ankara'da yaşadığım için bu şekilde, bu duygularla yaşadığımı biliyorum.

Ama birşey, beni fikrimden caydırmıyor.

İzmir başkaydı be!