Pazartesi, Ağustos 31

Yemin Töreni İzlenimleri


...

Bekle babam bekle.

Prova yapıyorlar, daha okul komutanı gelmedi. Şu meslek kurası asteğmenleri, (18 günde civciv olmuyor be!) komik hatalar yapıyorlar, kalabalık hem gülüyor, hem alkışla teselli ediyor.

Yüksek siyasetten dolayı vakti kıymetli olan paşa, nihayet teşrif buyuruyor.

Karşılama esnasında bir zavallı hava asteğmen adayı bayıldı. Düştü, birkaç saniye sonra kalktı, esas duruşa geçti. Büyük alkış koptu, acaba paşa o alkışı kendine mi almıştır? Yok, gerek kalmadı, "halkı" da selamlayınca, onu da alkışladılar (hayatımda hiçbir zaman "alkış ve mutavaata hazır bir kitle"ye ait olamayacağımdan, ben alkışlamadım) ...

Herhalde fotoğraf makinesi getirmeyen tek kişi bendim.

Şu bandodan davul ve trampeti çıkarsak o mızıka ne güzel "kırda bayırda koşturan kızçocuğu" arka fonu olur, diye düşündüm bir ara.

Sancak geliyor, sancak gidiyor, hop oturup hop kalkıyoruz.

Çocuklar komutlara uymadılar, ağladılar. Bir tanesi taşı gediğine koydu, "Neden bağırıyo anne?"

Tek gösteri, top atışının sesiydi. Oradaki gerçek askerler de, onu ateşleyen topçu erler. Asteğmen adayları da asker sayılmanın ciddiyetini benimsediklerinden, iyi niyet ve zavallı bir çaba ile yırtınıyorlardı (ben de kendimi yemin törenimde asker hissetmiştim) ...

(Ne kahredicidir ki, paylarına bu bedeli hayatlarıyla ödemek düşenler de var.)

Yanımdaki başörtülü teyzenin asteğmenlere diplomaları verilirken osurması, sonra duyup duymadığımı anlamak için beni kesip ciddiyetle olayı izlemesi, törenin ciddiyetine uymadı.

Mesajlar okundu. Işık Koşaner ismini ilk orada duymak isterdim, lakin, adam gibi bir ülkede yaşıyor olmadığımızdan, yüz tane farklı general ismi sayabilirdim, aynı açıklamalardan hafızamda kalan. Sonraki mesaj da inanılmaz tanıdıktı, Atatürkçü düşünce sistemi, laiklik, cumhuriyet rejiminin temel nitelikleri, üniter devlet vs. ben İlker'i neden Işık'ın arkasına koymuşlar diye düşünürken, meğer EDOK komutanının mesajıymış, GKB'nin geçen TV'de yaptığı konuşmanın tören formatı.

Bir yıl sonra özgürlüklerine kavuşacak 18 günlük asteğmenlere, Türkiye'yi çağdaşlaştırma, laiklik, devlet ve rejim vs. konularındaki ulvi görevleri hatırlatıldı.

Sonra her aile çocuğunu aldı ve onların asker değil çocuk, genç, adam, oğul, koca, baba vs. olduklarını vurgularcasına mutlu mesut kayıplara karışıldı.

Günün gırgırı, önümde oturan Tandoğan mitingi katılımcısı tipli geçkin teyzelerin marşlar ve bandolara Seda Sayan programındaymış gibi alkışla tempo tutması, tüm kalabalığın Atatürkçü teyzelere uyması ve bu alkış şamatasının tören geçişinde de yürüyüş temposuyla sürmesi oldu.

Günün mana ve önemi ise annemden geldi, "Tören boyunca ağladım, mendil bulamadım; çünkü aklımdan o teğmenin bomba verip öldürdüğü çocuklar hiç çıkmadı, ateş düşmüştür şimdi o çocukların ailelerine."

...

Ben

...

Anadolu Lisesi Orta 3. sınıflar arası bilgi yarışması. Her şubeden üç öğrenci seçiliyor.

O, İngilizce öğretmeninin kendisini de seçmesine önce hafif şaşırıyor, sonra aldırmıyor buna. Zaten sınıfın en çalışkan kızı yarışmadan saniyeler önce kulağına eğilip, "Seni zaten herkes biliyor, bırak da soruları biz cevaplayalım," diyor, o da kabulleniyor sessizce.

Yarışmada İngilizce sorularını arkadaşları ona soruyor, o da cevaplıyor, hepsini doğru biliyor. Lakin matematik, fizik ... sorularında arkadaşları yanlışlar yapıyor, o hiç onlara karışmıyor.

Birinci olamıyorlar, kalabalıksa birinci grubu alkışlıyor.

Sınıfta yalnızken hayvanın teki gelip durup dururken omzunu yumrukluyor. İsterse onu darma duman edebilir (kung-fu biliyor) ancak o, onu gözlemlemeyi tercih ediyor, ona acıyor.

Gülümsüyor.

...

Karargah Bölüğü Hizmet Takımı. Erler askerlik, angarya ve amelelik yapıyor, kısa dönemler askeriye çapında işe yaradıkları işlerde çalışıyor.

O salağa yatamıyor. Okulda mütercim-tercümanlık yapıyor, bölükte ana-devriyelik, inşaat işlerinde çavuşluk, atış denetlemelerinde bölüğü temsil, spor denetlemelerinde bölüğü temsil, EMASYA, DAFYAR ve diğer tatbikatlarda manga komutanlığı gibi işler yapıyor.

Okul ve bölük komutanlıkları arasında kalarak -paylaşılamayarak- katlandığı tüm stres ve baskı, onu amirlerine diklenmeye itiyor, koğuşta ağız dolusu küfrediyor.

Aynı zamanda, şu inanılmaz malzeme bolluğunda, o inanılmaz gülüyor, soytarıyor.

Hem depresif, asi, ağlak ve isyankar; hem manyak eğleniyor.

O anti-militarist, bölüğün en iyi askeri, gözlerini kısıp olanlara gülümsüyor.

...

Çeşme'de hızlı tüketim sektörünün en büyük firmasının lansmanlarını kutlamak üzere beach party. Boğaziçi-ODTÜ-MODTÜ mezunları gelecek zaferlerini kutluyorlar.

Alkol sınırsız, DJ çalıyor, dansçı kızların şovu mükemmel, gece muhteşem (kandil gecesi).

O kafasına uygun müzikler geldikçe şöyle bir sallanıyor, ısrarla kola içmeye devam ediyor. Bir ara kalabalığın arasından birkaç adım ayrılıyor.

O an, şu dans edenlerin ne komik göründüğünü, kendisinin ne komik göründüğünü, orada alkol almayan tek ayrık otunun kendisi olduğunu, almaya başlarsa sınır tanımayacağını bildiğini, kepaze Türkçe poplar geldikçe daha underground sound'ların çalınması -aslında DJ'in kendisi olması- gerektiğini, dansçı kızların üçüyle birden bu gecenin ne güzel olabileceğini, bir de bugünün kandil olduğunu düşünüyor.

Gülümsüyor, küçümseme ve acıyla gülümsüyor.

Sonra o yeni olduğu için firmadan birileri geliyor, onu alıp "kalabalıkla kaynaştırmak" için gülümsüyorlar.

...

İşte ben, şu kendi halinde adam, biraz o ortaokul çocuğu, biraz o asker, biraz o çalışan, biraz da o kalabalıklarım.

...

Cumartesi, Ağustos 29

Asıl Eşek ...


...

Kendini psikopat (!) zanneden teğmenin ceza (!) ve fırsat eğitimi (!) olarak eline pimi çekilmiş el bombası tutuşturduğu (4 şehit!) şu erin babası, haber alışıldığı gibi üstü örtülmeyip Taraf'ta yayınlanınca, gazeteyi kaptığı gibi Askerlik Şubesine koşmuş.

Herhalde rahat bir ifadeyle,

- Sen o gazetede yazanlara inanıyor musun?

deyivermişler.

Nasrettin Hoca'dan komşusu eşeğini istemiş.

Komşusuna eşeğini vermek istemeyen Hoca bir yalan uydurmuş, "Komşuya verdim!"

Lafını bitirmeden ahırdaki eşek anırıverince, komşusu haklı olarak "Bre Hoca yalan söylemeye utanmıyor musun?"

Hoca'nın bozulmaya öldüm Allah niyeti olmayan istifi ile cevabı : "Ulan komşu bana mı inanıyorsun eşeğe mi?!"

Şimdi Taraf geniş bir kesime göre birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde ısrarla Türk Silahlı Kuvvetleri'ni yıpratma çabası içerisinde olan, kökü dışarıda vs. vs. kısaca Amerikancı (!) dinci (!!) ve/veya bölücü (!!!) odak/mihrak falan filan ya...

Dağlıca'da, Aktütün'de, belgelerde, lahikalarda, günlüklerde (keşke Şemdinli'de de Taraf olsaydı) vs. daha önce yapılamayanı yaparak cesaretle gerçeği söyledi ya.

Siz ister eşek deyin, ister at, ister zebra.

O çocuklar öldü ve ben eşeğe inanıyorum.

...
(Konuyla ilgili okunması gereken bir yazı)

Perşembe, Ağustos 27

Sisteminize Sokayım


...

Beşe aldığını ona sat.

Müşterinin gazını al.

Ciğeri beş para etmez insanlarla iyi geçinmeye bak.

Üstünü yala.

Astını sömür.

Sürekli çevre edin.

Yalancı yalancı sırıt.

Yalan dinle.

Yalan söyle.

Küçüklüklere, şaklabanlıklara tahammül et.

Durumu idare et.

Herkesi idare et.

Kendini idare et.

Açık verme.

Rekabet et.

Kuyu kaz.

İçine at.

Arkadan konuş.

Sana bir şerefsizlik yapana sen iki şerefsizlik yap.

Üstündeki gömleği bile satmaya hazır ol, yeter ki fiyat konuşsunlar.

Kendini çok akıllı zannet.

Kimseye güvenme.

Planla.

İlerle.

İşine bak.

Kazan.

...

Kazandığın üç kuruşu da, milletle karşılaştır.

Kendinle gurur duy, okul arkadaşın senden az kazanıyor.

...

Çarşamba, Ağustos 26

Usanç Vermeyen Tek Şey İktidardır


...

Üniversite, kaçıncı sınıf hatırlamıyorum.

Geyik olsun diye bilgisayar dersine girmiştik. Internet yavaştı, can sıkıntısından Excel'de bir tablo yaptıydım.

Hoca aralarda gezerken görmüş. Çıkıp anlatmamı istedi.

Tabloyu yansıttık, çıktım anlatıyorum formülleri felan, öyle bir saniye, birşey dikkatimi çekti.

Söylediklerimi harıl harıl not alıyorlardı.

O an gururla karışık bir his, hin bir düşünce belirdi, "Cümleleri ben kuruyorum, onlar yazıyorlar, ne söylesem, cümleleri nasıl kursam, öyle yazarlar, yanlış birşey söylesem, onu da yazarlar..."

Özellikle kızlar, not tutan taife evet, hocanın ağzından çıkanı aynen yazar, mal gibi. Lakin konumuz boktan eğitim sistemimiz değil.

O his, güç duygusuydu, küçük bir hükmetme, iktidar, söylediklerini dikte ettirme duygusu.

İnsan ruhuna hitap eden ve tatmin edilmeyi bekleyen iki yüz küsür duygudan yalnızca biri, ancak en esir edici olanı...

İşte o duygu -ve iğrenç itaat/yalakalık/riyakarlık/emir-komuta kültürümüz- devletlu efendilerimizi koltuklarına yapıştıran.

O duygu iğrenç faşist adamlar yaratan.

O duygu "Ben burda kalayım da, hiçbir şey değişmesin, çocuklar ölürse ölsün, siz de alkışlayın lan ibneler" dedirten koca koca (!) parti başkanlarına.

O duygu bir askeri bürokrata siyaset yaptıran.

Ki o duygunun SKT'si de bir türlü geçmez.

Birşeyler değişmedikçe, mesela o duygunun esirlerini lider diye alkışlayan itaat duygusu esirleri kendileriyle yüzleşmedikçe...

O duygu usanç vermez.

...

Ben Bu Üslüba Karşıyım Arkadaş

...

Bir okuyun şunu yaw, bir okuyun Allah aşkına.

Eleştirel ağbi, oldu mu yani şimdi bu. Objektif baktığımda, samimi bir şekilde içini dökmüşsün ve ne var bunda, evet, lakin kimliğinden soyutlanarak bakmak zorunda değil kimse hiçbir şeye ve taşşak geçme var burda babacığım, tahkir var, benim gibi olmayanın koyayım götünecilik var.

Gocunmuş falan değilim Müslüman kimliğimden mütevellit. Seni, madafaka'yı vs. severek okuyan birisiyim kendi çapımda. Lakin tek bişiy söylemek isterüm.

Zaman ve sair matbuatta şöyle bişiy çıksa,

"Mal lan bunlar! Yahu şu insanlar o kadar varlığı ispatlanmasına rağmen (???) daha nasıl reddederler inanmayı Allah'a anlamıyorum. Şu mucize Kur'an varken, şu mucize kainat kazık gibi gözümüzün önündeyken daha hala ne inadı bu lan! Ben göremiyom, o halde yok, öyle mi?! Bir de saçma sapan kitap mitap yazarlar, alayı çöp. İnanamıyorum aklı başında olan birinin Allah'ı bulamayacağına, ölümü yoksayacağına; bu kadar dar bakışlı olabileceğine. Zekasız bu ateistler, vallaha bak. Zavallı Kırisçınlarlan Cuvişler, ve hatta Aleviler (kısaca benim gibi olmayan herkes), alayı akıl körelmesi yaşıyor, yazık."

Çok samimi dimi, ama tepkileri bir düşünün. Ve bakın nasıl fosfatlı-sülfürlü bir oluşum çıkmış ortaya.

Dindar falan değilim -ki olmak isterdim- ve tahkir özgürlüğü mevzuunda TSD ağbi gibi düşünüyorum, ama ben hayatım boyunca böyle konuşmadım, bu üsluptan hazzetmedim, pek çok şeye karşı olurken, temelde buna karşı oldum.

Kemalisti, dincisi, ateisti... kim yaparsa yapsın.

Diyeceem budur.

Kapat kardeşim.

...

Cuma, Ağustos 21

Atakum Güzellemesi...


...

Nasıl bakarsanız öyle görürsünüz.

Evet, suç oranı yüksek, yobazlık hayatın gerçeği, sosyal hayat kısıtlı, taşra vesaire.

(Burada İstanbul bebesi ayağı yapmayacaksınız, burası İstanbul/İzmir değil, kompleksli bir abaza delikanlı grubu size çatabilir. Ayağınızı denk alın, veya "Ben ille de takılacam," diyosanız işinizi kabına uydurun, herkese yetecek piyasa var, biraz underground.)

Şiddet, silah, uyuşturucu vaka-i adiyeden (sanki metropoller huzurevi de...)

Elbette, İstanbul'u, İzmir'i, Ankara'yı, Bursa'yı, Antalya'yı falan bir geçeceksiniz, onları bir kenara koyacaksınız.

Lakin burası, taşrada en mantıklı seçimlerden biri.

Atakum'da kilometrelerce uzanan bir sahil var, sabah güzel, öğlen güzel, akşam güzel, gece güzel!

Seviyorum Samsun'u.

...
Akşehir'in Çakıllar Kasabası'nda doğdum, köyüm çok güzeldir. Burdur/Yeşilova'yı hatırlamıyorum. Konuralp ve Düzce'de çocukluğum geçti (bu yüzden nerelisin'e cevabım Düzceliyim'dir), Depremde lise 2'deydim, ayrılmak zorunda kaldım. Ailem Düzce'de kaldı (ve 24 senelik yaşanmışlığın ardından, geçenlerde emekli olup Konya'ya yerleştiler), bu ayrılıştan sonra bir daha hiç ailemle sürekli kalmadım. Liseyi Konya'da bitirdim. Üniversiteyi İzmir'de okudum. Askerliğimi Narlıdere'de yaptım (askere belediye otobüsüyle gittim, şans!) İş hayatıma daha önce hiç gitmediğim Samsun'da başladım. Sonra Ankara'ya geçtim. İki seneden sonra şimdi tekrar Samsun'dayım (arkadaşım dalga geçer, 81 tane il var gidip gidip Samsun'da iş buluyon, diye), son 4-5 yıllık süreçte de gerek kardeşimin İTÜ'de okuması, gerek İstanbul'daki arkadaşlarım, çocukluk aşkım İstanbul'da da epey kaldım.
Bununla birlikte pek çok şehri de (iz bırakanlar Bursa, Muğla-ilçeleri vs.) gezme şansım oldu.
Kimbilir daha başka şehirlerde de ne tatlar, ne dokular vardır. (Mardin, Antalya-ilçeleri, Mersin, Balıkesir-ilçeleri, Edirne, Rize, Kastamonu, Kars, Urfa, Hatay vs.)
Seviyorum memleketi, lakin milliyetçi (!) tosunlar gibi değil.
İnsan gibi.

Perşembe, Ağustos 20

Ne Zamandır Böyle Güzel Siyasi Yazı Okumamıştım...

...

...web çöplüğünde.

Harika.

Aha da budur.

Bu adamı ben nasıl duymadım yaw...

Önyargılı olmamak lazımmış bak. "Daha da girmem bu siteye," dememek lazımmış. Böyle bir yazar yazıyormuş mesela orda. Seviyesiz işaret etmese nereden haberimiz olacaktı?
Hikaye şu, KM face grubu'ndan bir gün bir yazarlarının vefat mesajı geldi. Gencecik çocuk, sonu kötü bitse de az buçuk ismini bilmişliğim var, üzüldüm. Haberini yapmışlar, cenaze ile ilgili bilgi veriliyor falan. Sonra çocuğun kendisinden mesaj geldi gruba, "terbiyesizlik etmeyecek" kişilere durumu açıklayabilirmiş. "Bu ne be!" deyip derhal çıkmıştım o gruptan. Sitesine de o gün bugün bakmamıştım.
Hata etmişim, meğer böyle bir yazarları da varmış.

...

Mana Arayışı...

...
Hasan,

Çok teşekkür ederim.

Dediğim gibi, din eleştirilerini okumak, insana çok şey katıyor, ufuk açıcı oluyor.

Pek çok konuda cevabımı aldım, ateistlerin neye inandığı, neyi düşündüğü konusunda mantığımı tatmin ettin. (Lakin ben bu çıkış noktaları ile ateist olur muydum, sanmam.)

Ben yine de kendi adıma, idrakımın sınırları olduğunun bizzat şahidi olarak -öyle olmasaydı sorular, bilinmezlik ve sonsuzluk sorunsalıyla kıvranmazdım- ölüm gerçeğinin beni anlamaya çalışmaya zorladığı "hayatın anlamı"nı senin bahsettiğin tepkisellik / soğukkanlılık / inanca ihtiyaçsızlık / mantıksallık ile aşabilir miydim, sanmam.

Sanmam ki tüm yakınlarını kaybetmiş savaş mağdurunu "Onlar mikroorganizma oldu. Sen de yaşayacak, ölecek ve mikroorganizma olacaksın. Hepsi bu." ile teselli edebilelim.

Sanmam ki 80'ine dayanmış ihtiyarı "80 yıl yaşadın. İyi veya kötü. Yaşandı bitti. Geri getiremezsin. Az bir zaman sonra ölecek, toprak olacaksın." ile yatıştırabilelim.

Sanmam ki annesi babası ölmüş çocuğu "Onlar yok oldular. Sen de koca bir hayat yaşayıp yok olacaksın." ile susturabilelim.

Elektronundan gezegenine, hareket ve düzen içindeki şu evren, insan algısını hapseden zaman-mekan boyutları itibarı ile sanmam ki her sırası gelenin bakıp geçtiği bir pencereye tekabül etsin ancak aynı zamanda pencereden görünen manzaradan ibaret olsun.

Benim bakışım bu yönde, bilmiyorum.

Belki Yunus Emre'nin dediği gibi, mezar taşları "hece taşları"dır.

O hece "an"dır. Aslında bir "an" yaşayıp, zamanın esaretinde "90 yıl yaşadık!" zannediyoruz.

Ben hayatın "an" olma ihtimalini yok sayamıyorum.

Çünkü ölüm de bir "an"dır. Ve sonrasız an, anlamsızdır.

Kısıtlı boyutsal algımın tekelinden bakıp, hayat bu, zaman bu kadar, mekan burası, yaşayıp öleceğim, hepsi bu demek, bana yeter mi, yetiyor mu, bilemiyorum.

Zaman kavramından bağımsız dejavular yaşayıp, rüyalar görüp de, sınırlı idrakımın hapsolduğu bu -zaman- boyutu esas alarak "Ötesi yok, ben göremiyorum, olamaz!" deyivermek, zamanın ötesinde olabilecek bir öznenin var olmayıp, başlangıcı olduğu fiziksel olarak iddia/ispat edilen zamanın mukadder sonundan sonrasının, ve tüm bu olan bitende bir gizli öznenin bulunmadığına inanıp, "Ben inançsızım!" demek beni tatmin eder miydi, sanmam.

Şunu da belirteyim, ateist arkadaşlarımın dürüstlüklerine, entelektüel seviyelerine hep hayran olmuşumdur. Aynı şey pek çok dindar arkadaşım için de geçerli.

Demek ki yaşam/insan kalitesi ve entelektüel düzey konusu da samimiyetle ilgili; inanç kişiseldir, ve kişinin sorgu-yargılama hakkı da yalnız kendi inancı için olabilir.

Hayat ve ölüm üzerine düşünmek insanı uzaklara götürüyor.

Ben kaybolamıyorum...

Aynada kendimi görebilirken kaybolur muyum, sanmam.

Ben bir müslüman olarak çok kez imanımı kaybetmiş geri almışımdır, şüpheyle iman ikiz kardeştir bedenimde, lakin ateist tepkiselliğe bir kez olsun yaklaştım mı, sanmam.

...
Üniversiteden bir arkadaşım var, düşünen bir insandır.
Buradaki yazılarım Face ve FF'de yayınlandığından, bu mecralardan gören, beğenen, eleştiren, yorumlayan da oluyor.
Arkadaşım da Face'deki yorumunda, <"Ne Değil"i Değil "Ne"yi Cevaplayın> başlıklı yazımda ateist yaklaşımı aşağıladığımı algıladığını belirtmiş.
Sitedeki yorumları oku dedim, ve Hasanrua ile tanış, bomba gibi bir arkadaştır.
Ve ben asla ateizmi, ateistleri aşağılamam, bilakis takdir ederim, sorgulayıcı yaklaşımlarını, cesaretlerini, dürüstlüklerini.
Kaldı ki Hasan da yorumunda, olabilecek en net şekilde ateistlerin neyi düşünüp neye inandıklarını anlatmış. Saygı uyandıran bir netlikle.
Bu yazı ise mezkur yazıma kendi yorumumdur, yayınlamak istedim.

Çarşamba, Ağustos 19

"Ne Değil"i Değil "Ne"yi Cevaplayın...

...

Sevgili ateist arkadaşlarım.

Bu yazı kesinlikle bir tartışma daveti değildir, üst düzey bir inanç tartışmasını taşıyabilecek donanımda değilim.

Kaldı ki, kişinin inancını; tercih, özgürlük ve kişisel hak olarak görüyor, her türlü tartışmadan ayrı tutuyorum.

Lakin sizlerden bir ricam var.

Önce, cehaletimi bağışlayın.

Ateist külliyatta ne okusam çıkış noktası hep aynı olan yaklaşımların argümanlarına rast geliyorum.

İkna edici bir şekilde, dinin yanlışları, dindar insanın yanlışları, dindar toplumun yanlışları.

Sosyoloji, felsefe, tarih yada biyoloji temel alınarak, gayet ikna edici bir şekilde, dinlerdeki - dindarlardaki - dindar toplumlardaki tüm yanlışlıklar ortaya dökülüp eleştiriliyor ki bu literatürü okumak insanı mental olarak çok geliştiriyor, ufuklar açıyor.

"Ne değil"i çok güzel anlatıyorsunuz, "olan"ın yanlışlarını görmemize yardım ediyorsunuz.

Olaylardan, gözlemlerden teoriye, onun yanlışlığına geliyorsunuz.

Peki, din, saçmalık.

Yanlış.

Kötü.

Din, diyelim ki, "hayatı anlamlandırma çabamız"ın ürünü.

Tanrı da öyle.

İnsanların "14 yüzyıl önce yaşamış bir Arap vaizi"ni kendi ana/babalarından çok sevmelerini anlamıyorsunuz (ama bu sizin kendi pencereniz ve hiç bir şeyi ispatlamıyor!).

Peki.

Sizin öneriniz ne?

Sizce ne?

Neden yani?

Nedir?

Anlatın.

Herkesin hayatı boyunca kendine hiç sormadan hep sorduğu sorulara cevap verin.

Doyurun insanları.

Tatmin edin.

Tüm bu saçmalık, tüm bu güzellik neden?

Neden yaşıyoruz?

Valla, siz ne derseniz deyin, bana babannemin o acı dolu hayatı, mezarında mikrobiyolojik organizmalara dönüşmek için yaşamış olduğu düşüncesi çok ağır geliyor.

Bir hiç için, siperlerden çıktıkları saniyede anlamsızca ölen çocuk yaştaki Dünya Savaşı askerlerinin ölümleri, yaşamları...

Anlamsız geliyor, dünyayı, tarihi, sosyolojiyi esas alırsak.

Siz bunları esas alarak dini anlamsız buluyorsunuz.

Din saçma olabilir.

Ama sizin esas aldıklarınız esas alındığında da ölüm, hayat anlamsızlaşıyor.

Bana yardımcı olun.

Ama ne olur dindarların, dinlerin yanlışlarını değil, bana doğruyu söyleyin.

Neye inanmadığınızı değil, neye inandığınızı veya neyi bildiğinizi.

Elbette ispatı olmayan tartışma sürer gider, inanç kişiseldir, insanın yapısında vardır ve saire.

Ama ben insanın sorularına gerçek cevaplar veren tek bir ateist önerme duymadım (bu konuda cahilim).

Bana bunu verebilir misiniz?

Ha, inancın saçmalığı, yanlışı ve saire bunlara girecekseniz, şüphe kaşıyacaksanız gerek yok, ondan bende çok var. Soru istemiyorum, cevap istiyorum.

Şimdiden teşekkür ederim!

...

Beyin Düşmanlığı...

...

Saçmalık kol geziyor.

Merkez medyanın bebeleri, ulan hepsi de yakın arkadaşım, canım, ciğerim.

Laf sokmamak için zor tutuyorum kendimi.

Neymiş, "Sınırlar Açılacaksa O Kadar Şehit Niye Veriliyor?" muş, bir ara sınır kapısı muhabbeti varken gündemde, birinin Face iletisi bu, bunu yazan dana da, liseden arkadaşım, üniversite hocası olmuş, bilmemkaç kişi de (öğrencileri olacak) "bunu beğenmiş."

Büyük ihtimalle iktisat/işletme hocalığı yapıyor ancak askerlerin sınırlar kapalı dursun, ülkeler arası mal giriş-çıkışı olmasın diye nöbet beklediğini sanıyor, Ermenistan sınırıyla, PKK terörü şehitlerini eşleştirip tepki (!) iletisi yayınlıyor.

Bir diğeri, "Soru: Bizim memlekette “demokratik açılım” nasıl olur? Yanıt: Eli kalem tutanı darbeci diye hapse atıp, eli kalaşnikof tutanı kardeş diye bağrına basarak..." demiş.

Yorum bile yapmıyorum. Hürriyet/Cumhuriyet vs. Gazetesi ve Kanal D Ana Haber mahsülü bir arkadaş.

Kardeşimin bir arkadaşı, sürmeler, dik saçlar, acayip pozlar, başarılı bir Marilyn Manson kopyası. Çocuk zaten metalci, grupları var. Muhalif bir tip.

Alın size onun iletisi, "Hain Orospu Çocuğu DTP'lileri Asalım!"

Nerede Woodstock, nerede 68... Bizim sistemin yetiştirdiği "piç" bile kökünden "iyi çocuk", savaşkan sistem tosunu.

Bir diğer aklı başında, yaşı başı almış arkadaşın paylaştığı video : "Kürtlerin İstanbul'u İşgali"... Sevr haritasıyla tutuyormuş.

Kötüsü, bu çocuklar bunlara inanıyor.

Benim bu yazıyı okusalar, Soros'tan maaş aldığımı, ailemde Ermeni/Kürt/dönme/Sabetay vs. olduğunu, gizli Fettoşçu olup anarşist takiyyesi yaptığımı düşünecekler.

Ulan hıyarağaları!

Nefes filminin "Sen Uyursan Herkes Ölür!" sahnesini de paylaşmışsınız. Ben onu izlerken ağlayan adamım. (Sizin tekelinizde mi lan memleketseverlik!)

İçimde derinlerde, oradaki gariban askerlerin, şu sıra savmalı askerlik oyununda, "asker sayılma" ciddiyetinin bedelini hayatlarıyla ödemelerindeki trajediyi, oradaki "kurban" pozisyonunun psikolojisini anlaya/bildiğim için ağladım. (Sizin milliyetçi ideologlarınız sloganı Ankara stüdyosunda atıyor, Hakkari'nin dağında değil.)

Bunu bildiğim gibi, yöre insanının tarihsel sıkıntılarını, Diyarbakır Cezaevi'ni, Dersim'i vs.vs. de biliyorum.

Lakin orada dönen (home/foreign) pislikleri, hesapları da biliyorum; büyük devletlerin uyguladığı stratejilerin süreçlerini de.

Sizin gibi, birilerinin ekmeğine yağ süren saçmalıkları, vatan-millet saf duygusallığı ile -veya sırf artislik olsun diye- hönkürmüyorum.

Kanperest misiniz lan eşşek kafalılar.

Kaç kere kurşun yediniz hayatınızda bre kıçının üstünden ahkam kesen budalalar.

Kaç kere işkence gördünüz, yada kaç kere -40 derecede nöbet beklediniz (savaşın bitmesini en çok isteyenler, kuşkusuz onun korkunçluğunu yaşamış, sınavından geçmiş vicdan sahibi kahramanlardır, çevrenizde güneydoğu gazisi vardır, o günleri anlatmak istemezler, kan dinsin, barış gelsin, o zamanlar bir daha yaşanmasın isterler) ulan lapgöt herifler, savaş savaş diye çığrınıyorsunuz.

Yerinizi rütbenizi bilin, pislik bok slogan dışında düşünce üretebiliyorsanız onu paylaşın.

BİR DEVLETİN, SİSTEMİN VEYA ZÜMRENİN; BİR BİREY, HALK VE/YA TOPLULUK ÜZERİNDE TAHAKKÜM, BASKI, ZULÜM, YASAK VE DİĞER İNSAN HAKKI İHLALLERİ OLUŞTURMAYA YETKİSİ OLUP OLMADIĞI KONUSUNDA, BİR DEVLETİN, SİSTEMİN VEYA ZÜMRENİN; BİR BİREY, HALK VE/YA TOPLULUĞUN KADERİNİ BELİRLEME VE CANINA KASTETMEYE HAKKI OLUP OLMADIĞI KONUSUNDA,

HANGİ BOKTAN 20.YY. İDEOLOJİSİ VE KUTSALI SÖZKONUSU OLURSA OLSUN,

ŞİDDETİN, SOYKIRIMIN, KATLİAMIN, İŞKENCENİN, İŞGALİN VE SAVAŞIN MEŞRUİYETİ KONUSUNDA

DURDUĞUNUZ SAF

SİZİN DÜNYA GÖRÜŞÜNÜZÜ VE SİYASAL DURUŞUNUZU BELİRLER.

BUNUN DIŞINDAKİ KATEGORİZASYONLAR DETAYDIR (ekonomik sistem, devletin fonksiyonları, çalışma hayatı konusundaki düşünceler vs.)

BAZINIZ İNSAN(LIK), VİCDAN, ÖZGÜRLÜK VE HUKUK MU?

YOKSA MEDYADA PEK SIK DUYDUĞUNUZ 20. YY. ARTIĞI EZBERLER Mİ...

...

Salı, Ağustos 18

Valla Ben Yazmıyorum...

...

Bir aralar paso siyaset vardı.

Anti-militarist, vesayet / oligarşik bürokratizm karşıtı, halkçı duruşlar.

Demokrat savlar, anarşist - liberter arayışlar, liberal yaklaşımlar.

Evrenselci, tarihsel bir bakış, hafif antropolojik, kapsayıcı cümleler.

Tepki yazıları, gündelik - kısır Türkiye siyaseti; dünü, bugünü, yarını.

Sonra, topluma, insana, dine bakışlar, arayışlar.

Biraz aynaya baktım yazılarda.

Kendimden yazdım.

Çelişkiler.

Eleştirdim hep, belli ki fikirlerin ardında yaşanmışlıklar, hasretler, kompleksler de yatıyor.

Kadınları, evliliği yazdım, çok şey bilirmiş gibi.

Sonra Fight Club muhabbeti, kaybeden bir adam olarak, hırsla "iyi çocuklar"ı ve onların hayatlarını eleştiriyorsun, sakın aralarında ayrık otu gibi durduğun, belki onlar gibi olamadığın için olmasın?

Ayn Rand sürtüğü de var sende, Ernesto piçi de.

Safın her zaman vicdandan yana, diğer bütün çerçevelerden ayrı tutuyorsun kendini.

Bir yazıyı okuyan sana "a" derken, beriki "bu herif b!" diye haykırabilir.

Cevabın olsun bu söz,

Valla ben yazmıyorum.

Sakın beni, hayatımı bu yazılara göre biçmeyin.

Ben sadece aracıyım.

Yaptığım şu,

Vakit bulup oturuyorum, klavye yazmaya başlıyor!

Orhan Pamuk'un şairi Ka'ya şiirlerin "gelmesi" gibi.

Ne yazdıysam benim dünyamdan çıkıyor, ama zerre sorumluluk kabul etmem.

İntihar mektubu yazdım diye, intihar etmeyi düşünmüş değilim!

Bu da böyle kendime bir not olsun.

Bu notu yazmaya başlayan birinci tekil şahsın, muhabbet Fight Club'a dönünce söze giren ikinci tekil şahsa ilettiği not.

...

Pazartesi, Ağustos 17

Bir Dirhem Huzur...

...

Bu sabah Ankara'dan Samsun yoluna vurdum DEKA'yı, Çorum'a doğru geliyorum.

Sıcak, acıktım, hastayım, üşütmüşüm, başım ağrıyor, işler karışık, sorunlar var.

Sağda dikkatimi çeken biraz yeşillik ve "Köy Kahvaltısı" tabelası.

Selam, sabah, yer sofrasına kuruldum.

O nasıl bir ceviz gölgesidir, nasıl bir serin esintidir, üşüdüm, adam hırkasını verdi bana.

Benim yaşlarda bir köylü adam, dünya iyisi, içeride gözleme yapan da, anası olmalı.

Zerre lüks, dekor yok, çiçekler, ağaçlar, gölge ve serinlik var.

Sofra bezi ve sini.

Patatesli gözleme, peynir-zeytin, domates-yeni koparılmış biber-karpuz, çay.

Gözleme ve çay iki posta oldu, mükemmeldi.

Ben orada muhteşem bir 25 dakika satın aldım.

Adamın "Üşüdüysen hırka verem,", "Daha dinlenseydin,", "Allah yolunu açık etsin," cümlelerini.

Ve uzun zamanlardır aradığım birşeyi...

...

DEKA : Dünyanın En Kötü Arabası. 0 kilometre, 30 küsür milyarmış. Bu da en üst modeliymiş. Yine de o Dünyanın En Kötü Arabası, çünkü Fiat. Para verip alanın aklına şaşarım. Rezalet.

Çarşamba, Ağustos 12

Meslek Seçimi Neden Önemlidir

...

Bu yazının sonunda sizlere birşey danışacağım, kendimden bu kadar bahsetmem de konuyu açmak için olacak. Zaten "hava atılacak" herhangi bir malzemeye sahip olmayan bir adam olarak, bu kadar kendimi afişe etmemde belki bir parça gurur veya gösteriş aranmasını iktiza ettirecek bir duruşumun olmadığını, kastımın her zaman 'insan' üzerine çıkarımlar yapmaya ve bunları paylaşmaya çalışmak olduğunu en baştan belirteyim.

Elbette doğa ile, huzur ile yaşamak isterdim.

Terimi vişne gölgesinde kurutmak; basit bir hayatı, mutlu bir adamı yaşamak isterdim.

Lakin manyamış bir çağda, devletçi/kapitalist bir sistemde, istikrarsız bir ülkede, cılız bir ekonomide, şehir sayılabilecek bir yerde, orta gelir düzeyli bir ailede, anlaşılmaz bir at yarışı rekabetinin içine başlamışım (başlarım böyle hayata!).

Şanslıydım, meraklıydım. Örnek alınacak bir baba modelim vardı. Ve karıştırılacak mühendislik kitapları, yetmişlerden.

İlkokul üçüncü sınıfta bu kitaplardan formül ezberliyordum.

Babam üniversitede Fransızca öğrendiğinden, İngilizce öğrenmek için Fono'ya abone olmuştu.

İlkokul üç-dört-beş, 90'ların ilk yılları, mutlu bir çocukluk ve kendi kendime İngilizce öğrenmek için iyi bir fırsat oldu.

1992 yılında bilgisayarım vardı, GW'de program yazıyor ve başdöndürücü gelişmelere çocuk yaşta şahit oluyordum, ayrıcalığın böylesi!

(Şimdi herkes İngilizce biliyor ve bilgisayar kullanıyor.)

Ya İngilizce öğretmeni olmalıydım, ya bilgisayar mühendisi.

İşte kazın ayağı öyle değil, hem başarılı hem mutlu bir çocuk, bir depremle (bugün o depremin onuncu yıldönümü), hem başarısız hem mutsuz bir gence evriliyor.

Lise 2 ve 3'ü resmen boş geçtim (ilk şehir değiştirişim), ÖSS'den 20 dakika erken çıktım.

Aldığım puan, mühendislik hayallerinin sonuydu, İstanbul-Ankara-İzmir üniversitelerinin bilgisayar / makine mühendislikleri tutmuyordu, kalan şehirlerde de ben okumazdım (!).

İşletme ile böyle tanıştım.

İzmir'de okudum.

Birtakım hızlı tüketim tekellerine girebilme ihtimalimi baştan yok etmiş oldum (Onların belli okulları vardır, o okullar dışındaki okullarda okumuş/okumakta olanlar insan değildir).

Yine de çok daha büyüğünde iki sene yöneticilik yapmak nasip oldu. (Bugün o burnundan kıl aldırmayan dünya çapında tröstlerde çalışan arkadaşlar, ben Perakendeci'de [ısrarla şu perakendecinin ismini vermiyorum ama siz anladınız bile, evet, M] iki sene Mğz.Md.Yrd.lığı yaptım deyince saygı duyuyorlar, yaptığımız onca askerliğe değiyor!)

Şimdi yine aynı sektörde "el ticara" yardırıyoruz, distribütör bordrolu local account rep, kısaca satıcıyız, yandan çarklı tröst elemanı - hani şu şaaşaalı firma var ya, onun kriz önlemiyiz, kendi satıcılarının bir kısmını kovup, aynı pozisyona bizleri aldılar, lakin, distribütör kontenjanından, iş aynı, mayış ı-ıh.

Allah'tan sosyal yönüm falan varmış, bazen teknik eğitim almamış olmaktan pişmanlığım olsa da (baba mühendis, kardeş mühendis...), işimiz lafla, insanla.

Stres bir noktaya kadar (o nokta genelde boğazımdır).

Ne yapalım, yaratıcılığı, zekayı paraya çevirecek zekam, yaratıcılığım yok.

(Bkz. Sevdiği şeyi meslek edinmiş insanlara -spor,sanat,bilim vs.- imreniyorum, dediğimi hatırlıyorum bir yerlerde)

Başardıkça, bitiyor, daha iyisini istiyor insan, manevi doyum olmadıkça da sürer gider...

Beni siktir edin de, gelmek istediğim nokta başka.

Kızkardeşim, 1996 doğumlu, dünyalar güzeli bir ortaokul çocuğu. Zeki, sözel yönü gelişkin, lakin o yeni nesil kızlara özgü tavırla, ziyadesiyle umarsız.

Kafa matematiğe basmıyor - basmak zorunda da değil - , kız çalışmıyor.

Türkçe - İngilizce "default" olarak iyi ancak kızın bir gayreti yok, (İTÜ) Elk. Müh. küçük abi, Mak. Müh. baba, ve çok konuşsa ve herşeyden nefret etse de eninde sonunda bir tüccar olan büyük abi, mum dibine ışık vermiyor.

Mevzu başarılı olup olmaması değil.

Geçen arayıp naber napıyosun dediğimde, napayım ders çalışıyorum, test çözüyorum demesi. (Yaz tatilindeyiz.)

Arkadaşının kikirdemelerini duydum.

SBS sonucunu sordum (kötü olduğunu biliyordum).

Alınabilecek en kötü cevabı aldım,

"Bana kızamazsın çünkü çalıştığımı gördün. Aslında sınav da çok iyi geçmişti. İnternette sonucu görünce ben de şaşırdım. Bu sonucu beklemiyordum. Ama yine de kızamazsın çünkü sonuçta çok çalıştığımı gördün."

Şimdi sorarım a dostlar, velede şunu mu demeli, yoksa şu boktan eğitim sisteminin akışına mı bırakmalı;

"Kızım,

Abin hiç bir zaman o at yarışlarından birinci çıkmadı. Lakin o birinci çıkanlar -birbirinin hep aynıdırlar, okulda, üniversitede, şirkette- birbirlerini tekrar / masturbe ederken, abin hep farklı olmayı -görünmeyi değil- başardı. Başarı ölçülebilir, maddi birşeyse eğer, tapınılacak birşey olmasa gerek. Huzur çok daha önemlidir. Sana mühendis ol, doktor ol, avukat ol diyen yok. Sana mutlu olacağın mesleğin sahibi ol diyen var. Sana o lanet sınavlardan birinci çık diyen de yok. Sana köprüyü geçene kadar ihtiyacın olan imkanlardan (bkz. güzide devlet üniversitelerimiz, ki yüksek liselerden ibarettirler) faydalan diyen var. Ve şunu iyi bil ki, bana iki ayak üstünde dört yalan söyleyebilen bir profesör/mühendis/püsür olmandansa, kalbindeki dürüstlükten asla taviz vermeyen bir ortaokul mezunu olmanı tercih ederim.

Eğitim, iş, ekonomi, devlet... düzen, sistem seni nereye iterse itsin, sen Aysun olarak, mavi gözlerin kadar temiz, sarı saçların kadar iyi kal, bedeli ne olursa olsun; Aysun olmaktan, Aysun kalmaktan mutlu ol ki, hayatın boyunca mutluluk senin peşinden gelsin, at yarışlarından, elin çocuğunun başarısından/başarısızlığından bağımsız olarak, kendin olarak.

Mesleğin seni belirlemesin. Sen mesleğini belirle.

Mutlu olacağın şeyi yap.

Kötü örnek,
Seni çok seven,
Abin."

...

Bu Kitap Okunur...


...

"Petroviç, günlerini varoşlardaki bir apartmanda bekçilik yaparak geçiren, başvurduğu yayıncılar tarafından üst üste reddedilmiş bir yazardır. Akıl hastanesinde aklını yitiren ressam kardeşi gibi dahilikle delilik arasındaki ince çizgide gidip gelir. Ama Petroviç uzun koridorlarda "ben"ini ararken, başkalarının duvarlarındaki tozlara bekçilik ederken, kanındaki alkol seviyesini gece gündüz yükseklerde tutarken mutludur... Belki de etrafındakilerden, hayatın anlamsızlıkları içinde koşuştururken kendini kaybedenlerden daha mutlu..."

Çağdaş Rus edebiyatının en önemli isimlerinden biri olan Vladimir Makanin, yeraltı kültürünü temsil eden anti-kahramanı Petroviç'in realist portresi ile günümüz insan ve toplumunun psikolojik düzensizlik ve dengesizliklerini ortaya çıkarıyor.

Vladimir Makanin - Underground, Everest

Hayır, ben henüz okumadım. Acil Edinilip Okunması Gereken Kitaplar listeme ekledim - ki dakika itibarı ile bu listenin maddi bedeli 1 milyarı geçmiştir - lakin bu ara çulsuz olduğumdan biraz bekleyecek. Bu reklama da Varlık'ın Ağustos sayısı iç kapağında rastladım, son dönemde ne zaman klavye başına otursam ekrana malum konu döküldüğünden, direkt yakaladı beni.
Siyaset gelmiyor içimden, hep aynı hep aynı...
Eh, Face profilimden sildiğim son 4 insanı (4 ayrı hikaye) yazsam, mevzu yine "kadınlar ve saire" mayın tarlasına girecek, ki temel mevzumuz "insan" üzerine iki çift laf edelim derken, yanlış anlaşılmak, private'ını bile isteye afişe eden, göze sokan adam olmak var...

E ne yazacağız, elbette Fight Club :) Yürü be Tyler'ım!

Siz iyisi mi konuyu Shere Khan gibilerden değil, yazmayı meslek edinmişlerden okuyun, bu kitabı bir deneyin.

...

Cumartesi, Ağustos 8

Sevdiğiniz Şeyi Yapın...


...

Olur.

Mutlu yaşam tacirlerine göre, ne istersek olur, düşüncelerimize göre dünyamız (veya hayatımız her neyse) şekillenir, sevdiğimiz şeyi (işi) yapmalıyız, mutlu olmanın sırrı şükretmeyi bilmektir falan filan.

Oldu.

"Ulan iki dakka işle ilgili stresten kurtulayım bea," diye kendime bir fırsat tanıdım.

Kulağımda MP3'üm, yürüyorum.

Ne yaparsam mutlu olurum lan, diye düşündüm.

Yazmalıyım.

Çizmeliyim.

Müzik dinlemeliyim (hatta rap/nu-metal söylemeliyim).

Tasarlamalıyım.

Herhangi bir martial art'la meşgul olmalıyım.

Beni seven, sevdiğim dostlar* olmalı yakınlarımda.

Aileme hiç olmazsa yakın bir şehirde yaşamalıyım, ait hissedeceğim bir şehirde.

Ve saire.

İnsan When The Music Stops'u dinlerken, Huzur İstiyorum LAN! diye düşünür mü?

Default yürüyüş/bakış ayarı yalnızken psikopat moduysa, düşünür.

İşte hayat öyle her istediğinizi vermiyor sevgili psikologlar, sevgili kişisel gelişim yazarları. (Bence esas psikopat da sizlersiniz.)

Stres yüklü bir işi S.S. kuralına binaen yapıyorum ve yapmaktan mutlu olacağım şeyleri ya yapamıyorum yada küçücük zamanlara, kaçamaklara sığdırıyorum.

Yapmaktan mutlu olacağı şeyleri meslek edinmiş (sanat, spor, bilim vs.), manevi tatminin doruklarında gezen azınlığa imreniyorum.

Bunları düşündüm Atakum'un denizine bakarken.

Sonra kendime verdiğim ara bitti.

...
* Onlar İstanbul, Ankara ve İzmir'e dağılmış bir avuç insan. Allah'tan bir tanesi Samsun'da yaşıyor. En azından bir tanesiyle aynı şehirdeyim... Sevgiyle anıyorum seni abi, bir haftasonu tatile gittin, dağıldım bak. Belki de bu depresiflik geçen haftadan bakiye, lakin o konuya hiç girmiyorum. Private, senle konuşmam lazım. Alkol ve hatun kısmısı mevzuunda yoğurdu üfleyerek yemeye çalışan, hedonizm kaçkını biri olarak, kendi paramla yanından geçemeyeceğim bir Çeşme mekanında, emir komuta ile, şaşalı bir Beach Party'de Kandil gecesi geçirmek, eğleniyor görünmek zorunda kalmak... Zordu be abi.

Cuma, Ağustos 7

Duman Oluruz Lan


...

Bulut iyi aile çocuğuydu.

Bir askeri darbeyle aynı yıl doğdu.

İkinci dalga göç akınıyla, Egeli mühendis babası ve Balıkesirli öğretmen annesinin İstanbul'a yerleşmiş olması, onun şansı oldu.

İstanbul o zaman şimdiki taşra şehirleri kadardı.

İnsanlar çamurda yaşardı.

İyi insanlardı.

Zeki Bulut, hiç yaramazlık yapmazdı.

Köklü bir Anadolu Lisesi'ni kazandı.

Ve Boğaziçi'ni.

Çok ön sıra ineği sayılmazdı, lakin zeki, çevik ve ahlaklıydı.

Ona söylendiği gibi, çok çalışırdı.

Yalnızca öyle olması gerektiği için.

Üniversite bitmeden, dünyanın en büyük FMCG şirketi, onu buldu.

O hep aynı steril ortamlarda oldu.

O hep aynı tip insanlarla.

Ala carte yemekhanelerinde "Sen New York'tan ne zaman döndün?" muhabbeti yankılanan okullarda, plazalarda.

Klimalı arabalardan inip, klimalı odalarda çalıştı.

Ama hep çok çalıştı.

Koca bir "challenge" olmaktan öte anlamı olmayan yaşamında, bir gün onu enselediler.

Hiç sorgulamadığı şeylerle karşılaştı.

Kısa dönem mütercim tercüman olarak İzmir'de yaptığı askerliğinde, kara çocuklarla tanıştı.

Lakin döner dönmez şirketteki projelerine kavuştuğundan, hemen unuttu beş ayda şahit olduklarını.

Hayatı tekrar bir şeyler başarmak (için çalışmak) ve başarılarını kutlamak (için eğlenmek) döngüsü halini aldı.

Çünkü hayat hep devam eder.

Her gün farklı ama her gün hep aynı.

Ve evlenmesi gerektiği için bir gün evlendi.

Bir süre sonra onunla da iş arkadaşı oldu.

İşi hayatının anlamı, hayatı işi oluyordu.

Herşeyin normları vardı.

İnandıkları hep o bildik yalanlardı.

Bir gün bile sorgulamadı.

Felsefe ve sosyoloji waste of time'dı.

Bir gün bir film aldı.

O motto'yla mal gibi kaldı.

ÖSS'ye çalışmazsak duman oluruz lan derdi.

Üniversitede çalışmazsak duman oluruz lan derdi.

Şirkette çalışmazsak duman oluruz lan derdi.

Onu hayatta bir tek bu dert gerdi.

Ve o gün o motto geldi.

Self improvement is masturbation.

Self destruction is the answer.

Kendine cesareti olup olmadığını sordu.

Kafasında aslında en başından beri olan şüpheyi buldu.

Ve otuza doğru yol alan Bulut,

Duman oldu.

...