Çarşamba, Ekim 28
Musallat Kelimeler
Hemen aklınıza o ağza oturan, alışkanlık yapan "laflar" gelmesin : "sikko!", "yarraam!" vs.
Aklınız hemen küfre çalışmasın arkadaşım, mevzu başka.
Şöyle ki, bazı insanlarda dönemsel olarak farklı kelimelerin, deyimlerin veya cümle yapılarının 'popüler'leştiğini gözlemler dururum.
Bir arkadaşıma bir zaman "dolayısıyla" kelimesi musallat oldu, adam konuşuyor, sırf bu kelimeyi kullanmak için olmadık taklalar atıyor.
Bir diğeri, "öngörümlemek" lafını cümle içinde kullanmak için garip gayretler içinde.
Ha, konuyu farklı yerlere getirip kimseyi eleştirmek değil amacım.
İsteyen kasar, isteyen skinin keyfine göre konuşur.
İsteyen "Savan da beni support etmek için adama şöyle dedi," falan diye cümleler kurar.
Benim takıldığım, hagaden de insanın konuşmasında, kelimelerinde, cümlelerinde, böyle meyve seçer gibi, alışkanlıklı, tarzlı, dönüşümlü, etkileşimli garip bir yan oluşu.
Acayip eğlenceli bir arkadaşımdan -o kadar direnmeme rağmen- bir iki kalıp da bana "bulaşmak" üzere; hatta konuştuğu her insana neredeyse bu kelimesel alışkanlığı "bulaştırıyor" çocuk.
Biri, hızlı bir şekilde söylenen "çok iyi çok iyi" sözü. Karşınızdaki insan komik veya onayladığınız birşey söylediğinde bunu derseniz, bir süre sonra alışkanlık yapıyor, kendinizi ota boka "çok iyi çok iyi" hatta "çokiyiçokiyi" derken buluyorsunuz.
Bir başka kalıbı, üç farklı boktanlık derecesindeki durum için, "sıkıntı yok", "sıkıntı var", "büyük sıkıntılar var" grupları. Bir kez kullanınca, bunlar da alışkanlık yapıyor. Bir durum, iş, olay, insan vs. ne tanımlarsanız tanımlayın, bunlardan birini kullanıyor oluyorsunuz.
Bir dönem Beyaz'ın literatüre soktuğu laflar vardı, "güzelim" hitabı, "keyifli" lafı, sonradan boku çıkan. "Saç şeklin çok keyifli olmuş," bu ne lan?
"Çıkmak" kelimesini de hamiyetli Türg gençliğimizin külliyatına sokan Çılgın Bediş Yonca Evcimik'tir.
Beyaz'ınkiler geçici olurken, "go out"un ithali kalıcı oldu, bi yere de gideceği yok.
İlginç konu, konuşma alışkanlıkları, kimi jargon keyif verirken, kimi insanı insandan alır.
Oturup analiz mi yapalım şimdi yarraam?!
...
Pazar, Ekim 25
Güzelliğin Ötesi...
Düzce'deki evden son bir kare. Bahar, 2009.
Soldan sağa, Selma'nın kardeşi, kardeşim Aysun, komşu kızı Selma.
Şu pislik yuvası dünya sizin hatırınıza duruyor lan, durmalı. Şu yüzlerdeki güzelliğe bak.
Selma, gülümseyişinle o kadar çok şey anlatıyorsun ki, sana sağır-dilsiz diyenin talukatını s.keyim, affedersin.
...
Çarşamba, Ekim 21
Ummadığın Taş...
...
"İşim (!) gereği" her hafta Samsun'dan Çorum'a gidip, bir gece kalıyorum.
Ne yalan söyleyeyim, doğma büyüme İstanbul'lu arkadaşın her sabah "Ulan bugün de Samsun'dayız hadi..." diye uyanması kabilinden, her Pazartesi Çorum'a giderken, Ronaldo'nun Fransa 98 finaline çıkışında belli ettiği hissiyat*la yola çıkıyorum.
Bu hafta çok acayip bir "şey"le karşılaştım, zaten görüp duruyordum, içeri girdim.
Bir cami, evet, tarihi bir cami.
Murad-ı Rabi Ulu Cami, 1306 yazıyor.
Bursa'daki ihtişamdan önce hayretin, hayranlığın dibine vuran, sonra saygı ve sevgiyle dolup taşan, en sonunda da karmakarışık bir halet-i ruhiye ve orada yaşama arzusu ile kalan ben, Çorum'dan böyle birşey beklemezdim.
Cumhuriyetin alelade bir taşra kenti olan Çorum'da, Hitit - leblebi falan muhabbeti bir yana, tek başına bu eser, gelinip ziyaret edilmeyi hak eder.
Avlusunda küçük havuzu, şadırvanı, gülleri, sarmaşıkları, asmaları, ağaçları ve banklar.
Sadeliğin ihtişamında bir yapı.
Ve Ulu Cami'de korumaya alınmış o muhteşem, o gizemli, o ölçüleri ve manaları halen çözülemeyen minber, burada aynen, caminin herhangi bir parçası gibi duruyor, bakıp, dokunup inceleyebiliyorsunuz.
Sanki atalarımız, bizler gibi camileri borç ötele ve git hesabı zevksiz mecburiyetler olarak değil, vakit geçirilecek, hayran olunacak, sanat, huzur ve sükut bulunacak çekim merkezleri nazarıyla yapmışlar.
Böyle bir miras gördüğümde, nerede olursa olsun, kafamdan, gönlümden pek çok şey çıkıp gidiyor, hayranlık ve şaşkınlık baki kalıyor.
İstanbul, Edirne, Bursa, Konya falan bir kenara, bu topraklarda ummadık taş bile baş yarıyor.
...
* O meşhur fotoğrafı bilirsiniz, sakat mıydı neydi, kolundan tutulup zorla okula götürülen isteksiz bir çocuk gibi çıktı maça, isteksiz işten de ne olacağı malum, e oldu da, 2 Zidane 1 Petit diyeyim ben.
Pazartesi, Ekim 19
Toraman
O Türk İslamı'nı Yedirirler Sana
Türk İslamı'ymış...
Daha İbni Sina ile Gazali'nin 4ü küfrü mucib hangi 20 felsefi mes'elede anlaşamadıklarından bihaber, aklınca çokça kendinden hareketle Müslüman topluma giydiriyor, "özeleştiri" yapıyor.
Yaptığının "ünlü ateist komedyen"in saçma Amerikan esprileri gibi su yüzeyinde popüler kulaçlar atmaktan farkı ne?
Kimi eleştiriyorsun sen ve inanç konularında bu üslubun cüreti nerden?
"Biz" demek cüreti nerden?
Kimsin sen?
O lafları, Ulu Cami'nin, Eyüp'ün, Hacıveys'in müdavimleri sana öyle bir yedirir ki, bir daha rüştün olmayan konularda geyik yapmayı kendine en feci haram bellersin.
Daha senin ne bok olduğun belli değil.
Anarşistsen, ruhundaki Osmanlı kalıntılarından nefret edeceksin, devlete karşı olmak kolay, kökenine, ve yiyorsa, Allah'a da karşı olacaksın.
Hiç şimdi "Ama Tolstoy..." falan diye başlama.
Hepimiz biraz konfederasyonuz, hem çerçevelenmek saçma değil mi, geyiği yapma.
Bunlar elmalarla armutlar da değil.
Aynaya bakıyorsan bak, ama sen sen ol, çeyrek asırlık yaşamınla, asırlık kalabalıkların değerlerine paha ve hüküm biçmeye kalkma.
Yiyemeyeceğin lokma gördün mü kapa çeneni, ekmek fırınlarını saymaya başla.
O Türk İslamı'nı, yada kalkıştığın hangi genellemeyse, yedirirler sana.
...
Cuma, Ekim 16
Türk İslamı...
...
İnandığın gibi yaşamazsan, yaşadığın gibi inanmaya başlarsın.
Biz "Müslüman-Türkler" de, kendi kolayımıza, genetiğimize oturan kodlarıyla, bir İslam uydurmuşuz ki rahatlayalım, garantiye alalım nemize lazım...
Bir felaket, bir cenaze kendimize getiriverir bizi.
Dilimizden Allah düşmez kalbimizde ibnelik varken.
Elhamdülillah müslümanızdır biz hep, ilkokulda latin harflerinden namaz surelerini öğrenmişliğimizle.
Farz olan vakit namazlarında yeller esen camiler, vacib olan Cuma namazlarında ve sünnet olan Teravih namazlarında hınca hınçtır.
Kendimizi tatmin ederiz biz yatıp kalkarken, borç savarız, dert öteleriz, dostlar da alışverişte görür bizi.
Huysuz ihtiyarlarımızdır bizim İslamımız, beş kere Hacca gittim diyen tüccarlarımız, namusperestliğini gözümüze sokan abaza insanlarımızdır.
Gülümseyen saygılı insanlarımız değildir, çünkü bizim gülümseyen saygılı insanlarımız yoktur.
Hepimiz psikopatlığımızla övünürüz de, hiçbirimiz yaşayış ve inancımızla hiç aşağı olmadığımız ateistlerin delikanlılığında değilizdir.
İnanmıyorum! diye haykıramayız.
Kalbimizde hissetmeden Cumalara gider gelir, yılda bir ay aç (ve köpek gibi sinirli) gezeriz.
Sabah namazlarına kendiliğimizden uyanmayız. (Çünkü uyanmayız.)
Alkol kokar ağzımız, arabanın anahtarını çevirirken Bismillah diye.
Karımızı bakire alırız ancak bize tüm kadınlar helaldir, bekarken de evliyken de.
Kaypağın, karaktersizin önde gideniyken biz, namus için can alan, can veren yiğit oluveririz.
Paraya tapar dindar esnafımız.
(Ve davulla zurnayla yapılır hep en gizli hayırlarımız.)
Asker postalı yalar en cesur siyasi delikanlımız.
En okumuşumuz kör cahildir, anlamını bilmez haftada bir ilkokuldaki ezberinden okuduğu cümlelerin.
Beş kere ayak yıkatan, diş temizleten bir geleneğin sözde mirasçıları olarak, ayaklarımız bakımsız, dişlerimiz bozdur.
Kof bir devletçilik, yavan bir milliyetçilik, kesif bir eziklik süsler mahyalarımızı, Cuma hutbelerimizi, din adamlarımızı ve küf kokulu beyinlerimizi.
...
Ve varın siz Türk İslamı'nın yine de dünyadaki en harbi, en dürüst, en içten; iki yüz yıldır bozulan, bozularak büyüyen bu gövdenin tutunduğu en sağlam kökün filizi olduğunu hesap edin.
İşte İslam'ın ihtişamı, müslümanların bu dangozluğunda gizli.
En geri, en ilkel, en yobaz bizler, en ileri, en üstün, en zarif ama en bilinmeyen, en gizemli, en keşfedilmeyi bekleyen sırlar medeniyetinin kayıp çocuklarıyız.
Ve olanca "yaramaz"lığımızla, bir tarihin mükellef, velayetli mirasçısı zannediyoruz kendimizi.
...
Perşembe, Ekim 15
Yıldıray K.Kaan
Çarşamba, Ekim 14
Salı, Ekim 13
Olursa Ekime, Olmazsa Sikime Kadar!
Eyyamcılık, eziklik; şeref yoksunluğundan gelir.
Kimsenin adamı değilim, olmayacağım, olmam ulan!
Kendimden zerre taviz verirsem adam değilim.
Vermeyeceğimi, veremeyeceğimi biliyorum.
Vicdanıma, onuruma sifon çekip "bir yerlere" geleceğime, çeker giderim, foseptiğiniz size kalır.
Ben, kafama koyduğum işi yaparım; işi yaparım, sadece işi.
Bu, ilk de değil.
Diyeceksiniz ki, patron, ona daha fazla kazandıracak adamı kırar, onu engeller mi?
Engeller, kompleksinden engeller.
İlk iş tecrübemde bunu yaşadım.
İkincisinde, öğlen "Senin gibi birini üç beş çapulcuya harcatacak değilim," diyen bölge müdürü, akşam "İstifanı almak zorundayız," dedi.
("Sana bunu yapanlar için ne diyorsun?" dediğinde de, söyledikten sonra kendim bile şaştığım ama hala gurur duyduğum birşey söyledim: "Herkesin günahı kendine yeter.")
Ve şimdi de, işin olabilecek en iyi şekle gelmesi için yaptıklarım, her ne hikmetse "üzeri örtülmesi gerekenler"i söyleyebilmem, onlara kazandıracak olmasına rağmen, distribütörü oldukları firmaya duydukları kompleks ve çekişme nedeniyle, bordromun bağlı olduğu boktan şirketin yöneticileri tarafından "ihanet" olarak algılandı.
Esas neden de, duydukları korku, ön kesme içgüdüleri. Ayrık otu istememe. "Tehlikeli" adam istememe. Farklı ses, doğru ses istememe.
Kusura bakmayın. Ben bilmemne beyi, bilmemne hanımı, bilmemne beyin imparatorluğunu, bilmemne hanımın çöplüğünü tanımam. İşi tanırım.
Her iki tarafı da allayıp pullayıp arada geçinmenin ne kolay olduğunu görüyorum. Kral bile olursunuz.
Ama ben bu değilim, kusura bakmayın.
Benden yalakalık beklerseniz alacağınız şey ağız dolusu bir SİKTİR olacaktır.
Benim sizden alacağım şey de, meşrebinize uygun olarak işe başlarken bana imza attırdığınız o rezil, o sefil boş senet.
...
Türkiye'de en yüksek imkanları sunan şirketlerden birinde çalışan çok düzgün bir arkadaşımla muhabbetimizde geçti. Çok sağlam karakterli insanlar hariç, büyük çoğunluk, kendinden iyi olduğunu gördüğü bireyi şirketinde istemiyor. Tüm çürüme burada ve insana verilen değerin azlığında başlıyor. Adam gibi adamsan, orası adam gibi bir ortamsa, astın seninle iş konusunda kavga edebilecek, haklıysa kabul edeceksin. Yalakalık, "evet efendimcilik" beklemeyeceksin. İğrenç komplekslerini işe yansıtmayacaksın. Bu ülkede özel sektörde KOBİ'den tröst'e, bunu bulamazsınız. Sonra gerçekten iyi olan gençler neden kaçıyor, kalan da gavur şirketlerinde çalışıyor olur. Çünkü bunlara imkan bulamayan ve hala eyyamcı olamayanlar da ya TAHAMMÜL EDİYOR, ya benim gibi devrimci-hayalperest bir gayretle son noktaya kadar yardırıp bir noktadan sonra bırakıyor. Sonra Serkan yine mi iş değiştirdi (yada işsiz kaldı) oha! oluyor.
Pazar, Ekim 11
Dönüşüm...
...
Eski milliyetçi yoldaşlar merak edebilirler, bu kanı yüzde yüz Türk, kesinlikle "çaşıt", "dönme" ve "soysuz" olmayan çocuk nasıl böyle düşünebiliyor, ne oldu bu çocuğa zaman içinde, dış veya iç mihraklar tarafından kaçırılıp tecavüze uğradı da Stockholm sendromundan mı müzdarip diye...
Hayır.
İsmimin "lider, başkan" vs. anlamına geldiğini biliyordum. Kürtçe olduğunu öğrendim.
Ortaokuldaki en iyi iki arkadaşımın birinin Kürt, diğerinin Ermeni olduğunu hatırladım.
Mustafa Muğlalı'dan Hasan Kundakçı'ya, Çevik Bir'den Kenan Evren'e pek çok "vatansever"i tanıma fırsatı buldum.
Bizim için sınıfta aczmendi ayini yaparak taşşak geçme zamanları olan 28 Şubat sürecinin gerçekte ne anlama geldiğini sorgulamaya başladım.
1908'den itibaren şanlı darbeler tarihimiz ile müşerref oldum.
Kıbrıs başarılarımız, tatbikatlarımız ve PKK savaşımız hakkında bilgi edindim.
Susurluk'u hatırlamaya ve anlamaya başladım.
Bu süreçlerde, bir üniversite, bir askerlik, bir Şemdinli, bir Dağlıca, bir Aktütün, bir lahika, bir Ergenekon ve bir el bombası eğitimine (4 şehit) tanıklık ettim.
"Eğitim zayiatı"nı, sonra dünya savaşlarını, sonra yirminci yüzyılı, sonra tüm savaşları, sonra tarihi, sonra militarizmi anlamaya çalıştım.
Ancak bir dönüm noktası / herşeyin netleşmeye başladığı an varsa, o da çoğunuzun şimdi hatırlamayacağı, benimse hiç unutamadığım Akkise olayıdır.
Ve şu her satırı beni etkileyen yazıyı da bir çocuğun aklının başına gelmesine vesile olması bakımından buraya yapıştırıyorum.
Aha da budur.
Akkise'nin kuş adamları
Türk basınında çok ağır top vardır. Eğer yakın bir analize tabi tutarsanız -yapacak daha iyi bir işiniz yoksa- bunlarının çoğunun 'top'tan çok 'ağır' olduklarını göreceksiniz.
Ağırdırlar, çünkü oturmak için kullandıkları yerlerini kaldırıp ortalığı dolaşmaktan pek hazzetmezler. Koltuk peygamberliği yapmak elde demir asa (yoksa çelik miydi?), ayaklarda demir çizme "görsen bir Anadolu'yu" yapmaktan daha kolay ve rahattır. Ne giderler ne de -daha da tuhafı- başkalarını gönderirler.
Biliyorsunuz, kısa bir süre önce Konya'nın Ahırlı İlçesine bağlı Akkise'de bir arbede oldu. Jandarma, askere gitmeden önce şenlik yapan bir grup gençten birini veya ikisini kimlik kartı taşımadıkları için yanında götürmek istedi. Gençler, ve daha sonra bir kısım halk, Jandarma'ya, söz ve hareket ile, bunun iyi bir fikir olmadığını anlatmağa çalıştı.
Jandarma kızgın bir şekilde olay yerinden ayrılıp takviyeli bir biçimde geri dönünce durum daha da tatsızlaştı. Jandarma 'havaya' ihtar ateşi açtı. Bu arada olay yerinde uçmakta olan bir genç aldığı kurşun yarası sonucunda öldü. Diğer uçan üç Akkiseli ağır yarandı. Yirmiye yakın Akkiseli -olay, aksi bir tesadüf eseri, Akkise erkeklerinin grup halinde uçuş saatine rastlamış olacak, aksi takdirde havaya ateş edildiğinde bu kadar telefat olmazdı- muhtelif yerlerinden ağır olmayan bir biçimde yaralandı.
Gazeteler böyle yazdı.
Sonra büyükkerimiz Akkise'ye müfettiş yolladı ve durumun yukarıda size özetlemeye çalıştığım gibi olmadığı meydana çıktı. Müfettişler "Olayın vehametinin jandarmanın saldırıya uğrayan personelini kurtarmak için silah kullanmak zorunda kalmasından kaynaklandığı anlaşıldı" dedi. Yaralanan 25 kişi Akkise'nin kuş adamları değil jandarma imiş.
Yukarıdaki alıntıyı Sabah'tan aldım. Müfettiş raporunun tam metnini almak için -bu iyimserlik bir gün başıma bela açacak- Jandarma'nın web sitesine girdim. Orada herhangi bir açıklama yoktu veya ustalıkla gizlenmişti. Ama hiç olmazsa Atatürk'ün "Jandarma her zaman yurt, ulus ve cumhuriyete aşk ve sadakatle bağlı; tevazu, fedakârlık ve feragat örneği bir kanun ordusudur" dediğini öğrenmiş oldum.
İçişleri'nin web sitesinde de açıklamayı bulamadım çünkü İçişlerinin web sitesini bulamdım. Böyle bir web sitesi yoktu ya da ustalıkla gizlenmişti.
Akkise'ye giden müfettişleri İçişleri Bakanlığı yollamış. Bu, -ölçüm olmasın- biraz Yurt Bank'ı Ali Balkaner'e teftiş ettirmeye benzemiyor mu?
Ve eğer sual cevaplandırmak modunda iseniz:
Olay gerçekten -ama gerçekten- nasıl cereyan etti? Halk neden, neden, neden bu kadar kızdı? Başlangıçta kaç jandarma vardı, daha sonra kaç jandarma oldu? Silahsız bir topluluğa neden 900'den fazla kurşun atıldı? Neden vurmak için de korkutmak için değil? Neden gözyaşartıcı bomba değil kurşun? Öldürülen genç, kimlik cüzdanını taşımayan kişi veya onun arkadaşı mı idi? Kimlik cüzdanı taşımamanın cezası ölüm mü? Jandarmaya komuta edenler kim ve ruh sağlıkları hakkında ne biliniyor? Bunlar hakkında ne yapılacak? Neden Akkise'ye hiç bir siyasi lider gitmedi? Bu konuda neden hükümet açıklama yapmadı?
Neden, neden, neden?
Ağır toplar ağır olacaklarına, top olsalardı bütün bunların cevaplarını öğrenebilecektik.Metin Münir, Sabah, 17.08.2001
...
Çalakalem aradan çıkardığım bu yazıda, Diyarbakır Cezaevi'ni, Dersim'i, Menemen'i, 31 Mart'ı, İstiklal Mahkemelerini, Serpuş Meselesini, Tehcir'i, Varlık Vergisini, 6-7 Eylül'ü falan unutmuşum. Mazur görün, yakın tarihte kanlı sayfa bol olunca, insan midesi yetip bir anda hepsini sayamayabiliyor.
Yürü be Paşa!
...
Şak diye düşüp bayılmayın, bu adamın ilk kitabı bana İzmir'de öğrenciyken ta Erzurum'dan hediye geldiydi. "Serkan'a, Zamanında Komando Olmak İsteyen Dostum'a..." ithafıyla, çok kıymetli bir dostumdan.
Bahsettiği zamanlar, lise yıllarım, parmağımı kesip asil, yüce Türk kanımı kağıda damlattığım, bayrak boyadığım dönemler. Zira bayrakları bayrak, toprakları vatan yapan, üzerindeki kandır, değil mi canlar?
Hemi de kitabı bi solukta yalayıp yutmuş, sonra birkaç kez daha okumuştum Ömer Seyfettin hikayesi okur gibi, göğsümü kabarta kabarta. Pamukoğlu albayımın (sonradan general) adına kendimle gurur duya duya. Biz, çok taşaklı adamlardık! Adamın amına korduk.
Öyle sevmiştim ki kahramanlığını; güneydoğudaki iğrenç savaşta yedi yıl bulunmuş, vücudunda iki kurşun deliği hatırası duran bir emekli astsubay ağbime okuması için verdiğimde kitabı bir hafta süründürüp sonra yarısını okuyup geri getirmesini ve tek tepkisinin "Hava atmış!" olmasını şaşkınlıkla karışık kızgınlıkla karşılamıştım.
Sonra bu kahraman, gerçek bir kahramanlığa daha imza attı ve parti kurdu, siyaset yapacaksan, üzerinde üniforma olmayacak! Açık, net, anlaşılır.
Lakin sonraki kitapları, kullandığı dil (angut mangut lafları, alakasız cümleleri art arda sıralama, saçma bir kesin hüküm çabası vs.) hayal kırıklığı yaratmakla beraber, TV'lerde görünmeye başladı. Sevimli ve kahraman paşamız, hayli sertti.
İkinci bir Yalçın Küçük faciası olarak seyrettim. Üzüldüm. Favorim şu hali. Madara olduğu an da Doğu Ergil'in "Anlaşıldı Komutan!" dediği an.
Hiçbir soruya mantıklı cevap veremeyişi. Laflarının nereye gittiğinin farkında olmayışı. Saçmalayışı ve baştan aşağı saçma bir adam oluşu.
Dürüst ve doğru bir görev adamı olarak aklımızda kalmasını isterdik, malum, gitmiş, savaşmış, bel kırmış, kelle almıştı. Ne derseniz deyin cesurdu. Askerdi. İşini yapıyordu, siyasetle miyasetle uğraşmıyor, öldürüyordu.
Maalesef psikopatın teki ve eğlencelik / sinir bozucu (izlerken bile geriliyorum) yada gereksiz bir adam olarak tarihe geçecek.
Yazık. Koca koca adamlarda bu gaz, bu şiddet. İnsanlık koca bir yirminci yüzyıl yaşadı ve hala çoğu rezil olma pahasına militarizmin, güç deliliğinin, şiddet fetişinin ne bok olduğunun farkında değil. Birilerinin çıkarları katmerlenecek diye şiddeti ve şiddet piyonlarını alkışlamaya devam ediyoruz.
...
Not: Daha o ebleh dönemlerimde bile, "şakacı" paşa Hasan Kundakçı'nın benzer kitabını almayacak kadar aklı başındaydım. Çünkü benimki sadece duygularını yoğun yaşayan bir ergenin saf köylü aşkıyla toprak sevmesi ve cehaletiydi, şimdiki bön yeni nesilinki gibi beyin düşmanlığı değil. Şükür, vicdanım galip geldi, ve zihnimde "insan", "devlet"i yendi.
Beni Aşar Hacı...
...
Dün biraz Suat abi'ye takıldım.
Evrim falan muhabbeti. Hasan da bu muhabbetin adamı.
Bi bok bilmediğimi fark ettim; iki karşıt fikir, bir dolu birikim.
Yakın tarihle de ilgili bir yığın kitap var okunması gereken.
Benim bilgisizliğime, insanlığın bilgisizliğini ekleyin.
Beynin fonksiyonlarından insanlığın tarihine, hiçbir şey bilmiyoruz.
Benim payıma, derinlemesine bilmediğim hiçbir konuda (ki şu anda derinlemesine bildiğim herhangi bir konunun varlığını iddia edemem), kesin yargılara, peşin hükümlere varmamak; önce bakmak ve görmek, dinlemek ve işitmek, sonra düşünmek ve anlamak, sonra hissetmek ve algılamak, en son da yargılamak ve konuşmak düşsün.
...
Cumartesi, Ekim 10
Beyin Düşmanı...
...
Nihayet imzalandı.
Daha önceki bir yazıda,
Neymiş, "Sınırlar Açılacaksa O Kadar Şehit Niye Veriliyor?" muş, bir ara sınır kapısı muhabbeti varken gündemde, birinin Face iletisi bu, bunu yazan dana da, liseden arkadaşım, üniversite hocası olmuş, bilmemkaç kişi de (öğrencileri olacak) "bunu beğenmiş."şeklinde değindiğim arkadaşım, bu kez kelimesi kelimesine,
Büyük ihtimalle iktisat/işletme hocalığı yapıyor ancak askerlerin sınırlar kapalı dursun, ülkeler arası mal giriş-çıkışı olmasın diye nöbet beklediğini sanıyor, Ermenistan sınırıyla, PKK terörü şehitlerini eşleştirip tepki (!) iletisi yayınlıyor.
oturdular imzaladılar utanmadan, vah vatanım vah...demiş, "iPhone üzerinden Facebook ile", ve inanır mısınız, beğenen, ":((" diye yorum yapan var.
Sormak lazım, imzalanan nedir, konu hakkında ne biliyorsun, neden "vahvah"lanıyorsun, korktuğun nedir; boktan militer mottolar, tek cümlelik klişeler ve malum teraneler dışında söyleyebileceğin tek sözün var mı...
Yada boşverin gitsin. O kadar çoklar ki... Koca koca adamlar. Yanılıyor olamazlar.
Onlara katılalım. Kalkın ADD'ye gidelim. Anıtkabir'de ağlayalım. Çiftleşelim. Üreyelim.
Memleketten faşist eksik olmasın.
Yoksa bakın, ABci ABDci Kürtçü Ermenici Mason Siyonist Fettullahçı Yobaz Gerici Tayyip, memleketi satıyor. Biz zayıf kalıyoruz (eğitim şart, demokrasiye erken geçildi), çocuklarımıza özlediğimiz Türkiye'yi bırakmalıyız. Tüm komşularıyla kavgalı, kendi kendine yeten, Evropa'nın hatta bütün dünyanın amına koymuş ama yine de yönünü Evropa'ya dönmüş (Evropa bizi bölmeye çalıştığından arasıra götümüzü mü dönmeliyiz, orası bi muallak), çeteler tarafından yönetilen, arasıra "Türk'ün demir kartalları" ile yamyam vatandaşlarını bombalamayı da ihmal etmeyen, karnı tok sırtı pek, çağdaş, tosun gibi, savaşkan, tapkan, atakan ve gönençli bir Türkiye.
Bir ara hatırlatın da yıldırımlar yaratalım beraber, tarihten önce ve tarihten sonra var olmak acaip haz verici. Zaten tüm diller Türkçe'den ve tüm ırklar Türk'ten, neden yedi düvel bize düşman ve Türk'ün Türk'ten başka dostu yok, bi dakka lan, aklım karıştı, nerde Nutuk?
...
Çarşamba, Ekim 7
?
...
Çayın buğusu. O sokaklarda ne tarihler yaşandı. İnsanlar geçiyor. Hayatlar.
Geceleri uyandıran mutsuzluk. Damağında yara çıkıyor mutsuzluktan. Öyle boğucu bir halet ki, kararsızlıkların ve bunalmaların esaretinden çıkmış, kesif ve durgun ve yoğun; kıçıkırık sebeplerle açıklanamaz.
Ölüm yok, hastalık yok, felaket yok, acı yok. Bu bambaşka bir oluş. Anlık değil; süregelen, gelmiş, durmuş. Kendiliğinden.
Herşey kendi içinde daha önce hiç böylesini yaratmaya cesaret edemediğin yalnızlığında vuku buldu, buluyor. İnanç sancısı, hayat sancısı, depresyon, durgunluk... Hayır, hiçbiri değil.
Büyük lafların, yalan tövbelerin ötesinde, sözsüz içten gelen bir kararla uzaklaşılan bir hedonist hayat, bedenin temizlendikçe, ruhun temizlendikçe somutlaşan soğukluk gözlerine yayılıyor, hayat dolu bakan renkli gözlere eski senden sana miras kuru kahkahalarınla eşlik edemez oluyorsun.
Hayatın hiçbir arzına denk gelmiyor ne olduğunu bir türlü bilemediğin taleplerin. İşine, zamanına, kendine, herşeye bahane bulmaya başlıyorsun.
Ve sonra kabulleniyorsun.
Bu süreçten sıfıra yakın inançları ve bağlılıkları konusunda gönülden kararını vermiş biri olarak çıkmak harcın mı, yoksa bu kararsız ve inançsız; kararlı ve inançlı aşırı uçlar arası salınmaya meyyal halet kaderin mi...
Sözlerin üstünde, mana ve sezişlerle yolunu bulma, devrim evrim ikileminin ötesinde, sonradan yiyeceğin büyük laf ve/veya karar bozuntusu etmenin ardında, belki zamanla kendiliğinden, belki yine kendiliğinden ve birden, bir devrimci olur gibi evet, her yere çekebileceğin anlamlarıyla; gerçekleşecek veya gerçekleşmeyecek, belirsiz.
Belirsizliğin belirleyici olduğu bu süreç sanki iki yıldır "25!" diye özetlemekte olduğun zaman diliminin de bir özeti. Sonrası için bir önsöz.
Bu saçmalığa yada bu en önemli hayat aşamasına kılık biçmeye çalıştığın bu yazı da, fazlasıyla anlamsız haliyle.
Lakin insan, dünya, halklar, devlet, kapitalizm, sosyalizm, anarşizm, Allah, secde, hayat, amaç, kırgınlık, psikoloji ... düşünceler, hissedişler, arayışlar arasında geçen bir zaman zarfında, hiç "yazı gelmedi" yada gelen yazılar son yazdıklarım gibi işle ilgili çocuk mızmızlanmaları nevinden oldu. O nedenle yazıya dökmedim.
Artık içimden gelmeyen bu yazı ise, başka yazıların sözünü vermeyerek, ne oluyor bu kafası karışık çocuğa diye soranlar içindi. Kör karanlıkta küçük, kısık ve çukur gözleriyle kendini bulmaktan aciz bir çocuğu adam yerine koydunuz. Teşekkür anlamsız kalır.
Belki "Bana kalan, bu süreçten sızan kibir törpülemesi, tevazu, aileyi insan kalabalıklarından gerçekten ayırt ve gerçek yalnızlığın fark edilmesi gibi erdemler oldu, sonra aynı tas aynı hamam yarım oradan yarım buradan, şen şakrak ve depresif, isyankar ve vandal ve lafazan, aykırı ve aslında sıradan, nevi şahsına münhasıraltı, aynen devam," diyeceğim.
Ya da belki, "O anlar kendimi bulduğum anlardı," ...
ve işte sizler de bu anın önündeki müthiş fırsatın ve müthiş tehdidin şahitleri olun.
Sevgiyle.
...