Cumartesi, Nisan 3

Meyal


Hayatınızda iz bırakıp giden, arasıra hatırlamaktan kendinizi alamadığınız, hatırladıkça nasıl hissettiğinizi anlamaya çalıştığınız, "safi iyi insan" tanımına uyan biri(leri) mutlaka vardır sizin de.

Ankara'da yaşadığım dönemde yine hiçbir bira üreticisini kırmadığımız bir akşam ben otururken (enerjiye bakınız ki mağaza yönetici adayı stajında, günde 16-17 saat çalışırken geceleri kendime vakit ayırırdım) odasında uyuyan -işgünleri genelde erken yatardı- Mehmet yanıma gelmiş -gecenin 2'sinde- gözyaşlarını silmeye çalışarak rüyasına giren rahmetli anneannesinin -tam bir Osmanlı kadını- ne kadar muhterem bir insan olduğunu, hep karaoğlan'a oy verdiğini (ne alakaysa) falan anlatmıştı.

Ben de halen yıllar sonra geçen gün Atakum'da koşarken bir damla eşliğinde aklıma geliveren Hatice teyze ve kızı Şeyma'yı neden hatırladığımı anlamaya çalışıyorum.

Çocukluğumdan bir iki sahneydi onların evi, misafirliklerimiz, dünyanın en iyi insanları oluşları. Yemin ederim o küp şekerleri sihirli sanırdım, bir tanesi yeterli olurdu çayı şerbet gibi yapmak için.

Ve Hatice teyze ne kadar güler yüzlüydü.

Şeyma ise ne tatlı, küçüğüm, oynardık beraber, canını yakar ağlatırdım. Hatice teyzenin bana kızmamasının sebebinin mecburiyet değil saf iyi niyet olduğunu o zaman bile anlardım.

Benim kadar yaramaz bir çocuğu bile "çocuk dediğin yaramaz olacak," diye nasıl sevdiğini hatırlıyorum. Ve Şeyma'nın kıvır kıvır sarı saçları için "Allah beni çok sevdiği için saçlarımı doğuştan permalı yapmış," dediğini. O zamanlar modaydı öyle saç, belki de bazı şeyler olması gerektiği gibi kaldı.

Annem ne kadar severdi onları, onlar kadar 'gerçek iyi insan' çok az bulunur derdi, çok ağladı sonradan.

Lise'ye giden kazık kadar bir adam oldum yıllar sonra, 90'lı yılları devirmeye hazırlanan Düzce'de yine bir yaz tatiliydi.

O enkazda bir gün önce eminim aynı iyilikleriyle birilerini ağırlıyorlardı, bir çocuk Şeyma'yla oynuyordu, o dünyanın en tatlı çayını içiyorlardı.

Yataklarından kalkamamışlar.

...

Hiç yorum yok: