Cumartesi, Şubat 14

Aslolan Yalnızlık

“Yalnızlık”; ne çok acı sığıyor bir kelimeye. Bil ki “yalnızlık”, bir gün yenileceksin, bir başka “yalnızlık” çıkacak karşına, birleşecek eller ve büyük bir “yalnızlık” olacaksın sadece...
Ünsal Sicilli, Tiyatrocu (askerlik ajandamdan)

“Yalnızlık” gidenlerin ardından boynu bükük bir annenin resmedilmesidir yazıyla... Yalnızlık mekansızlıktır ve yitirmesidir mekanın anlamını gidenin ardından; yalnızlık içinde bulunduğum haldir, giderken arkanızdan, bakan bir anne gibidir! Yalnızlık zamanın hüzünde durmasıdır.
Deniz Sulan, Yönetmen (askerlik ajandamdan)

Yalnız değilim, tek başımayım.
R. de Niro, Heat

Yıllar önce, “çağımızın felaketi” diye tanımlamışım yalnızlığı. Ne çocukluk! Şimdiyse, ne onu yüceltecek kadar ‘aşmış’ ne de lanetleyecek kadar ‘yüzeysel’ biri olarak, onu tanımlamaya ve onun hayatta ve insanda aslolan olduğunu anlatmaya çalışırken, esasında insanı ve hayatı, dolayısıyla yalnızlığı biraz daha tanıdığımı anlatacağım.

Önceleri; kendini sosyal, çevresindeki çok sayıda ilgili insandan bıkmış göstermeye çalışan bir yeniyetmenin acizlik isyanında bulur ifadesini yalnızlık : “Beni yalnız bırakın!” Oysa yalnızlıkla ilgisi olmayan bir yalnızlık isteğidir bu, ilkgençlik zamanlarının tantanası kadar da bilgelikten uzaktır. Yalnızlık da bir form olarak, bir olgu ve anlayış olarak, zamanla olgunlaşır, manada kesiştiği, hatta ta kendisi olduğu insan ve hayat kavramları gibi. Yalnızlığı bu şekilde haykıran bir ergen değil, “Yalnızım!” diye fısıldayan bir ihtiyarın sesi tam anlamıyla anlatır. Çünkü genç insan yalnız kalmayı istemese ve yalnız olduğu için dertlense bile bu “kimse onu anlamadığındandır”, oysa ihtiyarı hayatından gelip geçen binlerce farklı insan anlamış ve anlamamıştır, yalnızlığı dopdolu yaşadığı hayatının sonucu olduğu kadar, kendisinin sebebidir de.

Yirmilerin ikinci yarısıyla olgunlaşmaya başlayan her erkek, “arkadaşlık”, “çıkar” ve “vefa” kavramlarının tecrübeler yaşanarak yerli yerine oturmasıyla bahsettiğim ilkgençlik yanılsamalarından yalnızlık bilgeliğine ve barışıklığına doğru yelken açmış sayılır. Artık özel bir anlam, ortaklık veya menfaat ifade etmedikçe “okul”, “askerlik”, “iş” gibi arkadaşlık ilişkilerinin yüksek duygusallık ve içtenlik içerseler de temelde mecburi paylaşım ve uyuma dayanan ‘ortam arkadaşlıkları’ olduğu anlaşılmaya başlanır. Evliliğe değin, asi ve kırıcı bir ilkgençlik yaşamışsa gencimiz, ailesinin kıymetini anlamış biri olarak onların yerini ayırır. Birlikte büyük sözler verilen, hayaller kurulan “dostlar”, “kardeşler”, “kankardeşler”, “en iyi arkadaşlar” anılara saygıyla birlikte duygu opsiyonu gelişmiş bir “hey gidi günler” hafızasına, fotoğraf albümlerine, telefon rehberlerine hepsi ayrı ayrı özel olmakla birlikte aynı sınıflandırmayla kayıt edilir: geçmiş. Şimdi aslolan, şu anki ortam paydaşlarıdır. İşyerindekiler, beraber takılınan ve bu “geçmiş”ten kalmış kafadar bir “kanka”, ayrılana ve yenisini bulana kadar eldeki sevgili gibi. Hiç olmazsa, zamana ve anılara saygı duyarak, “geçmiş”ten mesela özel birini hafıza ve kalbinizde tutmak suretiyle, yıllar sonra bir ortaklığa (aynı şehirde yeniden buluşmak gibi) ulaşma şansı bulunduğunda, geçici bir süre de olsa aynı frekansların yeniden paylaşılabilmesi; herkesin kendi hayatı olduğunun bilincinde olarak, yine aynı anıların karşılıklı muhafaza edilmesiyle gerçek bir dostluğun bitmek yada geçmişte kalmak bir yana, esasında devam ettiği, hatta çıkarlar ve ortak ortamın getirdiği insan ilişkileri olmadığı için bozulmadan kalarak aslında geliştiğinin, ilkgençlik sonralarındaki yerli yersiz “vefasız!” suçlamalarının ne kadar anlamsız olduğunun bilincine varılır.

Bilincine varılan bir başka şey de, “iyi insanlar ve kötü insanlar” diye yapılan ayrımın yerini, “her insanın içinde yer alan iyilik ve kötülük” ayrımının almasıdır; insanın “insan”ı daha yakından tanıma tecrübeleriyle; insanların nasıl çıkar, duygu, mantık, kültür, yapı ve karakterlerine göre hareket ettikleri, kendilerini nasıl gözettikleri ve kendi değerlerine göre hiçbir doğal (ahlaki, insani, etik vs.) sınır tanımadan davranabildikleri gözlemlendikçe, “herkes kötü, ben iyiyim, ben farklıyım” aşamasından, “insan” ortak paydasının belirlenerek, insanın başkalarıyla birlikte kendini de yargılaması ve benzer sonuçları kendisi için de çıkarması aşamasına geçilir. –Yüzeysel kibir budalaları müstesna, bir nebze olsun bilgeliği olmayan insan bizim mevzubahisimiz değil. – Ve insan, sığlıkları, aptallıkları, hainlikleri, küçüklükleri, karaktersizlikleri, şerefsizlikleri, acımasızlıkları vs. ile diğer insanları yargılarken, kendinin de -ne kadar aykırı ve farklı, bir anlamda ‘yalnız’ olursa olsun- savunma mekanizması ile bu iğrenç ortam ve sisteme ayak uydurarak varolma savaşı içinde, belirttiğim küçültücü durumlara düştüğünü algılar ve kendini de “insan” sorgulamasının içine alır. Bununla birlikte tüm insanların, onların davranışlarının, fedakarlıklarının, yakınlıklarının, yapmacıklıklarının, yalanlarının, dürüstlük ve sahtekarlıklarının, zamana göre değişen dostların ve düşmanların, sürekli kazanılan ve kaybedilen arkadaşların, insanın yüzüne ve arkasından söylenenlerin, çevirilen dolapların ve insanın kendisinin çevirdiği dolapların ortasında, aslolanın yalnızlık yani insanın kendisi ve yaşadığı hayat olduğu bilincine bir adım daha yaklaşılır.

Genç erkeğimizin ayrı bir yer verdiği aile kavramında da, evlilik ile birlikte yaşanan yer değiştirmelerin ve insan ilişkilerinin doğal bir sonucu olarak yaşanan iyi ve kötü olayların insanı ittiği nokta, kanbağının da bahsettiğimiz tüm ilişki ve bağlardan yapaylık bağlamında çok da farklı olmadığının anlaşılmaya başlamasıdır. En yakınlar bile çıkarına göre hareket ettiğinde, ihanet ettiğinde veya beklenmedik bir davranış gösterdiğinde şaşırılmayacaktır, “insan” tanınmaya başlandıkça ilişki derecesi ne olursa olsun muhatabın ‘insan’ ve davranışlarının da nedenli insan davranışları olduğu bilindiğinden, iletişim ve yönetim tecrübeleriyle; bilinçli insan ilkgençlikteki duygu dolu tepkiler yerine, o an için girmesi çıkarına uygun olan rolün gerektirdiği söz ve davranış kalıplarına giriverecektir. Hayatın (ve “insan”ın) tüm yorgunluğu omuzlarında bile olsa, insanların ve hayatın onu yönlendirdiği bu “oyun” kabiliyetine neredeyse içgüdü ve alışkanlıkla sahip olacak, buna şaşırmayacak, ve artık ne kalabalıklara, ne kendine, ne hayata, ne de yalnızlığa lanet edecektir insan. Lakin bu noktadan sonra yalnızlıktır aslolan.

Hiç yorum yok: