Cumartesi, Mayıs 22

Cumhuriyet Kızına Yakarış

...

Germedim cumhuriyetçi tartışmaları yar ben germedim,
Şu son bağımsız TÜRK YURDU'na dinamit sermedim!
Vallahi de billahi de dinciye bölücüye oy vermedim,
Kurban olam sarı saçlım bir alt duduş ver.

Saygıyla esas duruşla selamladım hep o koltuğu,
Geçmişimin geleceğimin logosu ettim altı oku.
Bir solukta ezberledim, ezberlettim nutuğu,
Kurban olam mavi gözlüm bana bir yol gülüver.

Teen'inden mature'ına tam on beş milyon genciz,
Şu şanlı cumhuriyetin gönüllü askeriyiz!
Bir hızla kötülüğün geçmişine söveriz,
Kurban olam çağdaş yüzlüm galh bir yorgan ser.

Eğitimiyle sağlığıyla, otuzları özlüyoruz,
Gönençli iktidarınızın, yolların gözlüyoruz.
Sizinkiler okuyup, yar sizinkiler izliyoruz,
Bir kaza olursa eğer, memur "Kemal!" der.

...

Pazar, Mayıs 16

Kartal

...

İki hikaye anlatayım size.

Laz burunlu bir sultan var, alim, dahi filan ama şarklı olduğundan kelli gerici ve yobaz bir insan kendisi. Karadan gemi yürütmesiydi, atını denize sürmesiydi, çağ ayracı bişeyler yapıyor ergen yaşında. Gavur ellerin üzerinde uçan bir kartalın simgesi belleniyor. Hain batı kendisini kahpeliğilen zehirleyerek öldürüyor ve de şerefsiz vatikan evropa büyüklerine "BÜYÜK KARTAL ÖLDÜ" diye zafer mesajı geçiyor.

Yüzyıllar geçiyor.

Birinci dünya depreminde yuvasından çıkan bir kartal yumurtası yuvarlana yuvarlana tavuk kümesine düşüyor. Tavuk yumurtanın üzerine oturuyor, anaç bir hayvan zaar. Büyük buhran'a saatler kala yavrular doğuyor, bunun şekil şemal değişik tabi, iç bulandırıyor. Büyüdükçe gözü göklerde testis gösterip süzülen amarigan akbabasına takılıyor ve soruyor anaç tavuk sezen cumhur kemal'e "anne, biz böyle uçamayız he mi? bak benim de at tarraa gibi kanatlarım var? neyim eskik?"

Uçamayız koçyiğidim, biz yiğidin harman olduğu yerden gelmişik. Dünyada hiçbir cins hayvan yoktur ki, bizim gibi asil, bizim gibi çalışkan eşelenebilemesin, güven, çalış, günde üç öğün.

...

Cumartesi, Mayıs 15

Enemy of The State

...

Samsun İl Eyyam Müdürlüğü de nasibini aldı, tüm çevre iller üç kuruş maaşımızdan nasiplenirken, has ikametimiz piç mi kalacaktı?

Transit'in içindeki -mesleği köken itibarı ile "şehir" anlamına gelen- köylü, "onuncu aya kadar bir ceza daha yerisen, ehliyetini bir yıl elinden alurlar." dedi.

(Şu geçenki olayda resmen görevden kaçan göbekli memur canım, ikiyüzyetmiştele yazarken pek bi "kaçar"ı yoktu, tu sörv end tu pırotekt, ow yea.)

Bu sefer şehrin içine tuzak kurmuşlar.

Kefir küfür etmedim, sonra anarşist diyorlar, sanki kötü birşeymiş gibi.

...

Cumartesi, Mayıs 8

Umarsızca Büyüyorlar


Doğuyorlar. Sen ergensin, derdin başından aşkın.

Deprem oluyor, şehirler, okullar.

Genç oluyorsun, hoplayıp zıplayıp sürünüyorsun; onlar emekliyorlar.

Her yıl farklı bir şehirde çalışıyorsun, okula başlıyorlar.

Ve bakmışsın eninde sonunda saçma sapan bir ticaretin ve bir yığın insanın içinde koca bir yalnızlığın ortasında hiçlikle çok meşgulken sen, onlar büyümüş ergen olmuşlar, senin yıllar önce saçmaladığın modların daha postmodernlerinde çok daha zırvalayıp saçmalanıyorlar -en bir sersem bön çocuk feysbuk iletileri- ve kocaman olmuşlar ve gülüyorlar ve eğleniyorlar ve kimbilir gizliden ağlıyorlar.

Senden çok uzakta umarsızca büyüyorlar.

...
Resim: 1996 doğumlu kızkardeşim Aysun ve "kuzi"si (öehh) Büşra.

Beceriksiz

...

Kafan zehir gibi dedi bir abim daha bana, iyi yerlere geleceksin, ama bu kadar "dik" olma.

Hala "dik" miyim abi dedim, dört yılı doldurdum, bu benim en civilized halim.

Askerde subayına çıkışıp isyan oynayan, toy çaylaklıklarında patrona kızıp duvar tekmeleyen ergenden, 6 ay cipram uyuşturucusuyla -4 sene önce- bu hale evrildim.

İnan abi salak değilim, toy değilim, konuşurken insanların kafasından geçenleri bilmiyor değilim.

Ve şartel atıp içimdekini salıvermezsem, -kızıyorsun ya yapma bunu diye- "kanını akıtırım lan senin şerefini siktiğim" bakışını hiç olmazsa bakışımda tutup el ayak tepkilerine (=yumruk, tekme, bıçak, tank, top) inkılap ettirmezsem inşallah en azından bu minvalde kalıp kendimden yemeye devam edebilirim.

Lakin -karakter meselesi- daha fazla eğilebileceğime, daha fazla "medeni"leşebileceğime ihtimal veremiyorum, amatörlükse amatörlük, toyluksa toyluk.

Herşeyi yaparım abi, herşeyi öğrenirim, her işe karşı dayanırım.

Lakin 40 yaşında kıçı başı oynayan adamlara içimden küfür ederken gülümseyerek kelam etme ve her daim politik olma işleri var ya -CPU gibi çalışan abaküs o ayak oyunu hesaplarını yapamıyor işte- o işleri ne olursa olsun beceremem gibime geliyor.

Tiksintiler grizu gibi patlamazsa eğer, bu işin kalemi olmasam da bir yerlere gelirim hasbelkader, lakin sana dediğim gibi, daha az insan, daha fazla kafa, keşke böyle bir işim olsaydı diye -saha yönetimi yerine marketing, brand mng. gibi- iç geçirmekten de vazgeçmeyeceğim, bu yollardan geç ve oraya öyle git dedin ya, eyvallah diyeceğim.

Lafımızı ipleyen herkese de hönküreceğim: sevmediğiniz işin koyun götüne rahvan gitsin, mecburiyetiniz, eyyamınız, politikanız yere batsın.

...
Amariga'da P&G'de müdürken sikerim böyle işi diyerekten Türkiye'ye dönüp DJ olmaya karar veren Funky C'ye, yine Amariga'da Intel'de yöneticiyken ve hayvanat gibi bir gelecek vaat ederken "sıkılıp" istifayı basıp karısıyla kendi butik işini kuran arkadaşımın arkadaşına, doğruluğundan dolayı hak ettikleri yerlerin altlarında kazınan nice insanlara ve böylesi tüm cengaverlere selam ederim. Ama ne fayt klap'taki Edward Norton gibi, ne de amerikın biyuti'deki Kevin Spacey gibi istifa edebilirim, çünkü bu dört yılda dördüncü işim :/

Cuma, Mayıs 7

Şahbaz

...

Eskiden, çok eskiden, yeryüzündeki hayat tanrılar tarafından salıncak misali sallanırken, kuş uçmaz kervan geçmez bir dağın eteklerinde, başka yerlerdeki hayatlardan bihaber insanların yaşadığı küçük bir köy vardı.

Dağın kasvetli gölgesinde, dışarıdan hiçbir yabancının gelmediği, içeriden kimsenin göçmediği, gözlerden ırak, gönüllere sapa, elli haneli bir köy.

Köyde toprak kurak, hayvanlar çelimsiz. Cırcırböceklerinin ötmeye mecali yok, çiçekler tohum saçmaktan çoktan vazgeçmiş. Erkekler göç edemeyecek kadar yorgun, kadınlar doğururken teker teker ölecek kadar güçsüz. Doğan bebekler yaşamaya hevessiz.

Köyden uzakta, uçsuz bucaksız güneşli topraklar diyarında yaşayan ağanın bereketli topraklarında çalışmak için her sabah iki saat yol yürüyen köylüler, aynı yolu akşam oldu mu üç saatte döner, karınları doğru dürüst doymadan, kara bir uykunun kollarında geleceği olmayan bir hayatın düşlerini görmeye dalarlardı. Ve yaşamaktan ziyade ölmeye yatarlardı.

Kadınlar öldükçe, erkekler çöktükçe, bebekler büyümedikçe... köy ıssızlığa doğru giderken... bir gece... Deli Hacer... köy meydanında çırılçıplak soyundu. Elinde bir değnek, kimsenin duymadığı bir müziğin ritminde çığlıklar atarak dans etmeye başladı. Sessizliğe alışkın köyün ıssız gecesinde böyle bir cümbüş, o zamana kadar ne duyulmuş ne görülmüş.

Bildikleri tüm duaları mırıldanarak evlerinden dışarı fırlayan köylüler gördükleri karşısında donup kaldılar.

Hacer... Deli Hacer... Cinli Hacer... etrafında birbirinin aynı küçük billur cücelerle çırılçıplak dans ediyor ve kimsenin bilmediği bir dilde şarkı söylüyor.

Zebun kimrek atançı
Tartihana burçka formançı

Karanzul vert

Karanzul vert


Hacer... etrafında cüceler... köy meydanında dans ederken... tüm köy halkı yıldızsız gecenin tehditkar karanlığında Hacer'den fışkıran kızıl ateşin karşısında korkudan titreşip dehşetle olan biteni seyrederken... Hacer'in kardeşi Mustafa eve gitti, kurban keserlerken kullandıkları bıçağı aldı, billur cüceleri yarıp, ya bismillah diye nara atarak kız kardeşinin üzerine çullandı ve onu orada bıçakla parçalayarak öldürdü.

Billur cüceler kayan yıldızlar gibi yok olup gittiler.

Bütün köy bunu gördü.

İşte lanet böyle başladı. Ama bunu anlamaları zaman alacaktı.

Çünkü Hacer'in ölümüyle birlikte, tanrılar sanki bir kurban almışçasına cömertleştiler. Gök yarıldı, yağmur yağmaya başladı. Yer yarıldı, nehirler coştu. Bir aya kalmadı, kıraç topraklar tahıla boğuldu. Her yerden bereket fışkırıyordu. Erkekler güçlendi, kadınların hepsi birden gebe kaldı... Köylüler artık ağanın hizmetinde çalışmaz oldu. Kendi topraklarında kendilerine yetecek kadar bolluk vardı.

Mustafa erenlere karışmıştı. Kardeşini öldürüp köyü lanetten kurtarmıştı. Gece gündüz evinde namaz kılıyor, ona dokunup kutsanmak isteyen insanların hayır dualarını topluyordu.

Ama geceleri kimselere anlatmadığı kabuslar görüyordu.

O zamanlar kimse bilmezdi ikiz kardeşlerin başka kimselerin anlamadığı özel bir dilleri olduğunu... anne karnında birbirleriyle konuşmaya başladıklarını... ömür boyu bu gizli dille anlaştıklarını... Mustafa... Hacer'in ikiz kardeşi Mustafa, kabuslarda aynı şarkıyı kendisi söylüyordu.

Zebun kimrek atançı
Tartihana burçka formançı

Karanzul vert

Karanzul vert

Beni ağam delirtti
Karnımda onun kötü dölü
Biri beni öldürsün
Biri beni öldürsün

Köylülerin, Hacer'in ölümüyle birlikte lanetlendiklerini, ondan önceki kurak ve tatsız hayatlarının bundan sonraki hayatlarından bin kat daha iyi olduğunu anlamaları ve geçmişleriyle birlikte aslında geleceklerini de yitirdiklerini öğrenmeleri bir yıllarını aldı.

O günden sonra hamile kalan tüm kadınlar ikiz çocuklar doğurdular.

Köy halkı bu tuhaf durumdan ürktü. Kadınlara da çocuklara da korkuyla bakar oldular. Korku hayata hakim olunca, yağmurlar yeniden kesildi. Toprak bereketini yitirdi. Köyde yaşam eskisinden de beter oldu.

Köyü önce Mustafa terk etti. Sonra diğerleri teker teker evlerinin kapısına kilit vurup uzak diyarlara göçtüler. Ortak tarihlerini kurak topraklara gömdüler. Unutmaya gittiler.

Kimse bir diğeriyle aynı yolu izlemedi. Birbirlerini kaybettiler... Kaybolmak istediler.

Unutarak kaybolunabilir sandılar.

O yıl doğan ikiz çocuklara gelince... anneleri onları diri diri toprağa gömdü. Hepsi Hacer'in laneti diye bildikleri bebeklerini, bir yaşına gelmeden kendi elleriyle öldürdü.

Sadece iki bebek sağ kaldı onların içinden; iki erkek bebek...

Bu bebekler büyüyecek ve üreyecek. Kulaklarında hep aynı şarkı, geçmişlerinde ve geleceklerinde ortak lanet.

Biliyor musunuz, Tanrı'nın varlığı tartışılabilir ama kaderi inkar etmeye kimsenin gücü yetmez. Eğer olacakları kendimiz tayin edemiyorsak, her şey isteklerimizden ve hayallerimizden bağımsız, bildiği gibi vuku buluyor... deli nehir gibi kendi asi yolunu izliyor... nihayetinde hiç aklımıza gelmemiş yerlere varabiliyorsa... kader vardır.

Hayatın bizden bu kadar bağımsız ama bizim adımıza ilerleme gücü her zaman korkutur.

Kimi ruhlar mutlak kadere direnmenin asil hevesini kuşanırlar. Ama içine düştükleri adil bir savaş yada kuralları kesin bir oyun değildir ki. O yüzden onların hüzünlü yenilgilerini sukunetle ve üzülerek seyrederim.

Benim kaderi yönlendirdiğime inananlar da yok değil. Evet, belki bazılarının aklına girdiğim doğrudur. Görmediklerini gösterdiğim, istemediklerini istettiğim, akıllarını çeldiğim söylenebilir. Ama onların bana kanması da bir kader sayılmaz mı?

Şahbaz'ın varlığı da kaderin akıl almaz bir oyunu olamaz mı?

...

Pazartesi, Mayıs 3

Hooop Güm

...

Yeşil yanıp sönüyor, liman kavşağı, polis var, durayım, durdum.

Yanımda ne zamandır arayıp da bulamadığım satış temsilcisi Uğur var, şişeci ama -şişeciler deterjanda suckz genelde- olsun.

Güm, Uğur uğurlu geliyor.

Kalkıp bakıyoruz, bir Jaguar ön arka dağılmış, arkasında Seat Leon pert, kaldırıma çıkmış, dumanlar, radyatör suları, yamulmuş lastikler, eyırbegler, kimsede bişey yok.

Benim tosunun arka tamponda az bişey hasar.

Sonrası birkaç saat klişe işte.

Polis kaçıp gidiyor, ne bok yerseniz yeyin diye.

Jaguar'ın içinden çıkan adamın okuma yazması yok, tutanağını ben yazıyorum, araç soyadıyla aynı adı taşıyan tekstil firmasına ait, adreslerde Güngören'ler, Okmeydanları.

Seat'tan çıkan kikirdekler gülme krizinde, taşşak geçiyorum daha da soytarıyorlar, araba pert etmişler keyifleri yerinde, dertleri başka, istediklerini vermiyorum.

Bu saçmalığa saatler ayırdım, Mayıs alım planı kaldı geceye.

Hayat böyle küçük şakalar yapıyor, cana bişey olmasın.

...